Sağcılık
İstanbul İmam Hatip Okulu’nda matematik hocamız Bayram Ali Şenkal beyefendi (göçtüyse Allah rahmet eylesin) müdür muavini idi ve dönem sonunun yığılı evraklarını hafifletmek ve küçük sınıfların notlarını defterlere geçmek için bir iki arkadaşla birlikte beni de idareye çağırmıştı. Hocamız asabi bir insandı; kaşları sürekli iner çıkardı fakat bilge bir kişiydi. İyi zamanlarında, özellikle Ramazanlarda sohbetine doyum olmazdı.
Hoca iyi günlerinden birindeydi; bir taraftan sohbet ediyor bir taraftan da çalışıyorduk. Söz nereden oraya intikal etti hatırlamıyorum, Bayram Ali bey söylediğim bir cümle üzerine duraladı, tebessümle ve göstereceğim tepkiyi beklercesine,
– İsmail sen de çok safsın! dedi. Çokça yaptığım gibi kaşlarımı çatmış olmalıyım ki hocam fırsatı kaçırmadı ve ikinci sorusunu yöneltti:
– Ne oldu, saflığı kabul etmiyor musun?
Cevap sırası ben idi artık:
– Saflığın iki mânası var; birini kabul ederim ama diğerinin benimle ne alâkası var?
Hocam bilgeliğini bir kere daha gösterdi ve hayatım boyunca unutamayacağım şekilde dersimi verdi:
– İşte şimdi davayı kaybettin. Sen bu iki saflığın birbirinden ayrılabileceğini zannediyorsun. Onlardan biri olmazsa diğeri de olmaz.
Muhtemelen yine cevap vermeye çalışmışımdır ama konuşmamızın gerisini hatırlamıyorum.
Doğrudan benimle ilgili olduğu ve biraz da onuruma dokunduğu için bu konuşmayı ancak çok yakınlarıma anlatmışımdır. Fakat Müslümanların da büyükçe bir kısmını kuşatan sağcılık vâkıasının, (Mart 1995’te) Gümrük Birliği tartışmalarıyla yeniden gündeme gelen bir yönünü anlatmak için bu hatıraya sizi de ortak ettim.
***
Muhafazakâr sağcılar yakın senelere kadar “saf” insanlardı. Olup biten siyasî gelişmelerin künhüne vakıf olacak derecede kapasiteleri ve bilgileri yoktu. Bu saflıkları yüzünden çoğunlukla veya bazan safiyet olarak kalmayı da başarıyorlardı. Aralarında temiz insanlar ve feraset sahibi kişiler vardı. Bir şekilde siyasî hayatın içinde de olsalar kendi çaplarında hizmetler yaparak siyasetin kirinden pasından uzak kalabiliyorlardı.
Şimdi artık böyle sağcılar kalmadı. Saflıklarını muhafaza etmek isteyenlerin çok azı bilerek sessizliğe gömüldü, büyük çoğunluğu kendini Müslümanlık ekseninde farklılaştırmayı seçti. Onların maceraları farklı bir kulvarda sürüyor.
Geride kalan sağcıların durumu bir tarafıyla acı, diğer tarafıyla da rahatsız edici. Acı olan tarafı bilgi, donanım, ufuk ve yorumlama kapasitesi olarak kaydadeğer hiçbir mesafe katetmemiş olmaları. Bu mânada saflıkları sürüyor. Gittikçe rahatsız ediciliği artan tarafı ise hayat buldukları, güç devşirdikleri alanların tahribine yönelik faaliyetlere şu veya bu biçimde fütursuzca katılmaları. Pazarlamacılık yapıyorlar; varsa isimlerini, şöhretlerini kendilerine kazandıran değerleri, mevkileri, üstadları pazarlıyorlar. Bunun adı hizmet oluyor.
Geçmişlerinde Müslümanlık ve muhafazakârlık ögeleri ağır basanlar, siyasî manevralar gerektirdiğinde bazı makamlara getirilerek işe koşuluyorlar. Bunu adı da hizmet oluyor.
Gayrımeşru bir iktidarı, Türkiye’nin aleyhindeki icraatı, ciddiyetsiz ve şahsiyetsiz kişileri destekleme ve savunma görevi verildiğinde kızarmayan bir çehre ve mütebessim bir eda ile onu da yapıyorlar. Yetkisiz ve etkisiz koltuklarını korumak, muhtemel gelişmelerde yer kapmak, şahsi menfaatlerini sürdürmek uğruna. Bu siyasetin gereği oluyor.
“Çok oturdun hadi kalk”, “hayli konuştun artık sus” dedikleri zaman da efendi efendi kalkıyor, kuzu kuzu susuyor ve tekrar kuyruğa giriyor; mücadeleye(!) başlıyor, muhalif kamplara katılıyor, dilekçeler veriyor, konuşmalar yapıyor, sırnaşıyor…
Artık iyice bayağılaşan ve nerede ise hiçbir değer taşımayan fakat her yere bulaşan sağcılık, solculuk gibi bıktırıyor.
İsmail Kara
Kaynak: Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe, İsmail Kara, Dergah Yayınları, sayfa: 258-260, 1. Baskı, İstanbul 2017.