Belki de Senin Hikâyendir

Uzun yıllardır hikâye kitabı okumayı bırakmıştım. Bunun neden böyle olduğu konusunda düşünürken ilk okuduğum öykü kitaplarım aklıma geldi. Hemingway, Çehov, Dostoyevski, Tolstoy, Kafka, Poe, Ömer Seyfettin ve Sait Faik Abasıyanık vb. Daha sonraları zaman zaman; Sebahattin Ali, Mustafa Kutlu, Ferit Edgü, Ali Haydar Haksal, Oğuz Atay ve Vüs’at O. Bener gibi yazarlarla ilgilendiğimi hatırlıyorum. Bizde Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan öykü türü aslında eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar ile kadim Binbir Gece Masalları’na dayanıyordu. 19. asırda ise gerçekçilik ve romantizm akımlarının etkileriyle daha çok metafizik ve psikolojik konuları işleyen öyküler yazılmıştı.

Geçen hafta posta kutumu kontrol ettiğimde Edebifikir’deki yazı ve hikâyelerinden aşina olduğum Abdülkerim Kolat’ın “Belki de Senin Hikâyendir” isimli kısa ama güzel kitabıyla karşılaştım. Uzun bir aradan sonra elime ilk defa yine bir hikâye kitabı geçmişti. Hafta sonu boş zamanımı nasıl değerlendireyim diye düşünürken, gözüm tekrar masanın üzerinde duran kitaba ilişti. Kitabı elime alıp şöyle bir karıştırırken okumaya başladım. Eser yirmi kısa öyküden müteşekkildi ve burada yer alan hikâyeler üçüncü tekil kişi ağzından incelikli bir dil ile kaleme alınmıştı.

Bu kısa yirmi öykü içinde en çok kitap ile aynı başlığı taşıyanını sevdim. “Mezarlıklar Yanımızda”, “Hasat Zamanı” ve “Güzel Günlere Sakla Kendini” bende eski günleri yâd eden bir tat bıraktığını söyleyebilirim. Mezarlıklar İçimizde isimli öyküde şu pasajın altını çizdim; “Düşüncelerini içine döndürdü. Küçükte olsa samimi bir tefekkürle çok şeyler kazanabilirdi insan. Biraz sonra karanlığın içinde büyümeye başlayan çocuk sesleri, salepçi güğümü tıkırtılarına karışıyordu. Def eşliğinde yanık bir kaside yükseliyordu ahşap konağın çatı katından. Kim bilir, belki de bir Nakşi dervişiydi dillendiren.”(s.17) Bu satırlar bir zamanlar Edirne’de Kaleiçi semtindeki ahşap evimde yalnız geçirdiğim günleri hatırlattı bana. Buradaki cümleler oldukça sade yazılmasına rağmen imgenin bir şekilde sezdirilmiş olması, insanın farklı duygulara kapılmasına sebep oluyor.

Abdülkerim Kolat, “Beki de Senin Hikâyendir” öyküsünün ilk kısımlarında o eski semt ve mahalle kültürünün duyarlılığını işlemiş. Mahallenin içine yavaş yavaş girmeye başladığınızda; yol boyunca rızık peşinde koşanları görürsünüz. Her biri, geceden bakiye, duygusuz yırtıcı yaratıklarmışçasına endamsızca yürümeye başlarlar. Boğucu masalların, parlak gözlü kahramanlar gibi, ağır ve gölgesiz olarak süzülürler. Hikâyede adeta şehrin üzerine inmiş bir sis bulutu vardır. Bu sis öyle ki tramvay bekleyen donuk insanların omuzlarına kadar çöreklenmiştir. Bu kasvetli hava Recep’in kalabalıklar içinde çalı çırpı toplayıp bir ateş yakması ve anlatıcının da ona katılmasıyla sanki bir nebze olsun dağılıyor.

Hikâye daha sonra yine mahalledeki çeşitli olayların ayrıntılı tasvirleriyle devam ediyordu. Öykünün sonuna doğru arka sokaklara daldıkça seslerin azaldığını görüyoruz. Tıpkı “Sesini Kaybeden Bir Şehir” gibi bacalardan çıkan duman kıvrımları köşe başlarını esir alıyordu. Mahalledeki buz sarkıtlarında bile bir şiir tadı hissedersiniz. Hayat biraz da bir şiir tadında bir şeyler yaşamaktır sanıyorum. Belki de Senin Hikâyendir’de anlatılan şey üzerimize sinen rızık kokusunun varlığını deruni bir şekilde hissetmektir diye düşünüyorum.

Kitapta bazı hikâyelerin ruh dünyama hitap etmediğini de söylemem gerekiyor. Örneğin, “AVM” isimli hikâye. Ama kitap genel hatlarıyla ince bir duyarlılığın yansıması olarak düşünülebilir. Kolat’ın “Aşkı inkâr mı edelim?” isimli öyküsü de oldukça güzel kaleme alınmış. Öykünün içindekiler başlığı ile kitabın içindeki başlığı farklıydı. Doğrusu galiba; Sen bulamadın diye aşkı inkâr mı edelim?

Giriş kısmı bana Çehov’un o karamsar havasını hatırlatıyor: “Koridorun sonundaki odaya ulaşmak için kümelenmiş hareketsiz gölgelerin arasından sıyrılarak ilerlemeye çalışıyordu. Kapı aralıklarından sızan ışığın dokunduğu zemin dışında her yer karanlıktı. Yoğun ilaç kokusuna bir de rutubetin ağırlığı eklenince, dayanılmaz bir koku sinmişti etrafa..”(s.69) Hikaye Çehov’un hastane tasviri yapması gibi bir havada başlamasına rağmen olay örgüsü daha sonra farklı bir havada gelişiyordu.

Hikâyede sonradan çiçekçi olduğunu anladığımız bir kişi elinde bir numarayla bir kapıya yöneliyor ve hasta yatağında yatmakta olan yaşlı adamla karşılaşıyordu. İhtiyar gözlerini sağa sola gezdirerek notu okuyor ve çiçekleri oradaki sehpaya bırakmasını işaret ediyordu. Çiçekçi bu hayalsiz mekândan bir an önce ayrılmanın telaşını taşıyordu sanki. Çiçekçi ayrıldıktan sonra bu çiçeği kimin gönderdiğini merak ederek elinde kalan notu okuyor. “Mutlu yıllar babacığım” diye yazıyordu kâğıtta. Devamında yolda giderken şunları düşünüyordu: “İnsanlar yürüyor ve susuyordu. İnsanlar koşuyor ve gülüyordu. İnsanlar kokluyor, öpüyor ve bakıyordu. İnsanlar gülüyordu, seviyordu. İnsanlar yaşadıkça ölüyordu…”(s.71) Aslında hepimizin hikâyesi bir birine çok benziyor. Yaşadıkça ölüme yaklaştığımızı söylüyor tüm yitirdiklerimiz…

Beyaz Arif Akbaş

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir