Künye: Aziz İstanbul, Yahya Kemal, İstanbul Fetih Cemiyeti, 19. Baskı, 2019.
***
İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini, meselâ: Kocamustafapaşa semtini, yahut Eyüb’ü, yahut Üsküdar’ı, yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’î bir hüküm vererek, der ki : “Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.” (Sayfa 3)
Türkler İstanbul’u, 1453’te, Bizans’tan bir virane hâlinde tevarüs ettiler. (Sayfa 4)
Meselâ Eyüb fetihten önce küçük bir köydü.
…
Üsküdar, Bizans devrinde küçük bir Chrysopolis şehriydi.
…
Boğaziçi, Bizans zamanında yoktu. (Sayfa 6)
…bir kıt’ada askerle değil, milletle durulur. Bizim Rumeli’de duruşumuz, burada kendi milletimizin bulunmasındandır. (Sayfa 16)
… Türk İstanbul ise gözleri en ziyade kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı; tek başına, yalnız bu eser şeref namına yeterdi. (Sayfa 21)
28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gece yarısından sonra, kıyamet kopar gibi bir velvele koptu; bütün ordu surların üstüne atıldı. Şehitleri üst üste yığarak surun üzerine çıkmak isteyen cengâverler görülüyordu. Mübarek adı ve güzel hatırası bize kadar gelen Ulubatlı Hasan bunlardan biridir. (Sayfa 31)
Fetihten sonra İstanbul’un imarı hemen başladı. O devirde harp ne kadar sürekli olmuşsa imar da o kadar sürekli olmuştur. Bursa’yı ve Edirne’yi Türk üslûbunda ortaya çıkaran imar kudreti bu defa İstanbul’da göründü. (Sayfa 36)
Bir semtin esası olan cami yalnız bir tek binadan ibaret olan ibadet yeri değildi; o camii vakfedenin devrini gösterir bir manzumeydi; camiin yanında medrese, imaret, tâbhâne, hamam, mektep, muvakkithane, camiin mihrap tarafında vakfedenin türbesi, akrabası ve yakınlarının gömüldüğü mezarlık… Hâsılı bütün şekliyle, vakfedenin adını taşıyan ve devrini temsil eden bir levhaydı. (Sayfa 38)
Yüzlerce sene vakıflara bezenecek olan İstanbul’da, fetihten sonra, millî mimarî yeni bir merhaleye girmişti: Millî mimarî artık müminleri bir tek kubbe altına almaya çalışıyordu. (Sayfa 39)
Bir mimarî edebiyat ve tarihimiz olmadığı için eski Sinan, Ayas, Hayreddin, Kemaleddin gibi şerefli mimarlarımızı, karışık rivayetler yüzünden, hayal meyal biliyoruz. Cetlerimiz yalnız mimarîde değil, her şeyde, dâhiyâne yapmasını bilmişler, lâkin yazmasını unutmuşlar. Bu bizim feci bir talihsizliğimizdir. (Sayfa 43)
Daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüb, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi; her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi. Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu. (Sayfa 47)
Uhrevî olsun, dünyevî olsun, bütün bu semtlerin mimarîkeri gayet basitti: ahşaptı. (Sayfa 48)
İstanbul için, fetihten bir sene evvel şehit düşen Mahmud Çelebi ve onun gibi şehitlerin taşları dursalar, onların yerine bizim gibi fâniler fenâ-yâb olsalar, daha iyi olurdu. Çünkü o taşlar Türk nesillerine bizlerden fazla hayat verebilirler. (Sayfa 68)
Medeniyetin mıknatısı İstanbul’da idi. Bütün mücavir milletleri kendine doğru çekiyordu. (Sayfa 74)
Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân okunuyor! Siz bu saat benim bu satırlarımı okurken Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş.
…
Hilâfet makarrı olan İstanbul’da böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur’ân sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hattâ nice İstanbullular da hâlâ bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilâller, hal’ler; kıtaller bu Kur’ân sesini bir an susturamamış. Bu hâdiseyi idrak ettikten sonra İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum. (Sayfa 97)
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fâtih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’ân ki hâlâ okunuyor! (Sayfa 100)
Ah! Büyük cetlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. (Sayfa 102)
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Tük çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar! (Sayfa 104)
Her hâlde yine Frenk ressamları, 18. asır ressamlarının çizdiği Boğaziçi manzaraları gelecek nesillere diyecek ki: Bu sahillerde antrepolardan evvel bir cennet vardı. (Sayfa 119)
İstanbul’un daha yüz sene evvel bütün kalıbı, kıyafeti ile bir Türk şehri idi.
…
Bu gidişle bütün İstanbul Yüksek Kaldırım gibi müstekreh bir bina kümesi olacak, bunun sebebini yalnız yangınlarda; artık imar edecek kudrette olmadığımızı yoksullukta değil, biraz da yeniye olan iptilâmızda aramalı. (Sayfa 129)
Şişli’de gündüz ramazan hissedilmiyor. (Sayfa 142)
Eyüb’ü sabah, öğle ve akşam saatlerinde, kandil günlerinde görmüştüm. Fakat gece uhrevî bir âlemmiş. (Sayfa 143)