Geçenlerde bir dost meclisinde arkadaşlarımdan biri şöyle bir söz söyledi: “Gerçek hikâyeler kurgulanmış romanlar ve filmlerden çok farklıdır. Bir kısmının gerçek olma ihtimali vardır. Fakat büyük kısmının kurgu olduğu gerçeği hep akıllarda durur. Bu yüzden bizi en fazla bir kaç gün etkisi altına alır. Gerçek bir hikâye ise bizi bir ömür boyu etkisinde bırakır.” Sohbet boyunca bu söz aklımda dolandı durdu. Acaba etrafımda bulunan kaç insanın gerçek hikâyesini biliyorum, kaçının hayatımda etkisi oldu?
Geç vakitte biten bu tatlı sohbetin ardından ayrılma faslı gelince, arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu ve bu kitabı zevkle okuyacağına eminim, dedi. Kitabın kapağına baktığımda “Ayne’l Hayat” yazıyordu. İsminden dolayı klasik bir kitap sandım ve sonra okumak üzere çantama koydum.
Dün işe giderken, yağan kar sebebiyle toplu taşıma araçlarını kullanmaya karar verdim. Metroya bindiğimde, aklıma geçen gün yapılan sohbet geldi. Çantamdan kitabı çıkarıp şöyle bir göz atayım dedim. İş yerinin olduğu durağa geldiğimde kitabın yarısını çoktan okumuştum.
Yaşadığımız bu çağda, sokakta karşılaşabileceğiniz insanların gerçek hikâyelerini okumak çok ilginç. Yakın tarihe tanıklık etmiş insanların bazen hüzünlü, bazen mutlu hikâyeleri sizi kitabın içine çekiyor. Daha ilk hikâyede, Bosna savaşını yaşayan küçük bir kızın hatıralarıyla karşılaşıyorsunuz. Bir annenin çaresizliği boğazınıza oturuyor. Bu kitabı okudukça o küçük kızın hikâyeleri gibi bir çok gerçek hikayeyle karşılaşıyorsunuz. Bir babanın küçük kızını kurtarmak için verdiği mücadeleye, bir müzisyen gezginin hayalini gerçekleştirmek için Asya’da yaşadığı maceraya şahitlik ediyorsunuz. Yani aslında yakın tarihte yaşayan insanların gerçek hikâyelerinin bir parçası oluyorsunuz.
O heyecan ve merak sizi Amerika’dan Rusya’ya, Kanada’dan Afganistan’a Malezya’dan Bosna’ya dünyanın pek çok yerinde gezintiye çıkarıyor. Bir dönemin tanıklarını dinliyorsunuz. Bosna savaşından, Irak’ın işgaline, Sovyetlerin yıkılmasından, Suriye’deki iç savaşa kadar birçok önemli olaya şahitlik ediyorsunuz.
Emre Baştuğ’un hikâye anlatımındaki başarısı da kitabın değerini ayrıca arttırıyor. Bazen hiç bitmese diye düşündüğümüz acaba sonra ne oldu diye merak ettiğimiz birçok hikâye, akıcı bir üslup ile anlatılmış. Okuyucuyu yormayan, sade ve güzel bir dile sahip olan kitap, bir çırpıda okunuyor.
Kitabı, akşam eve gidene kadar bitirmiştim. İnsanoğlu meraklı bir varlık, bazen bu kitapta anlatılan gibi kaç yaşam vardır diye düşünmeden edemiyor. Kitabın arka kapak yazısında şöyle bir cümle var: “İçinde yaşadığımız kalabalık kentlerde kendi keşmekeşliğimizden kurtulamıyoruz. Yanı başımızda savaş mağduru bir Bosnalı adam yürüyor ve farkın değiliz.” Ertesi sabah, evden metroya doğru yürürken sağımda ve solumda yürüyen insanların yüzlerine baktım. Belki insanlar rahatsız oldu ama ben içimden, bu insanların gerçek hikâyeleri nedir, diye sormaktan kendimi bir türlü alamadım. İş yerine varınca ilk yaptığım şey ise Suriye’den ülkemize gelen ve şirkette tasarımcı olarak çalışan Ahmet Beşir’e hayat hikâyesini sormak oldu. Sanırım, iyi bir yazar ve iyi bir kitap insanı böyle etkiliyor.
Gökhan Özmen