Anadolu Mayası (Kitap Notları – 2)


Künye: Anadolu Mayası – Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme – Yalçın Koç, Cedit Neşriyat, 4. Baskı, Ankara, 2014.

***

“Anadolu mayası’nda insan”, “gönlü’ne, Türkistan’dan ‘gelen’ kelam’ın çalındığı ferdi birey”dir. (Sayfa 169)

“Söz”, “dil” itibariyle, “dil’deki nesne”dir; “dil’deki nesne”ye, “cümle” deriz. “Dil”in “nesne” “tesis” etmesi, “muhayyile’yi takliden”dir; “dil”, bu yolla tesis ettiğini, “hafıza’yı takliden” “koruma (muhafaza)” altında tutar. (Sayfa 170)

Anadolu mayası, “gönül”e mahsustur; “kelam’cının ve tefsir’cinin fikir alanı” ise, “söz ve düşünce dairesi”ne. “Söz ve düşünce” dairesi, “gönül”ü, “açamaz” ve “kuşatamaz”. (Sayfa 171)

Şöyle söyleriz: Anadolu mayasında “ferdi birey”in kimliği”, “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”dır. “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”, “asli kaynak” itibariyle, “Kadim ve Hatem” olan “Kelam”a mahsustur; ancak, “Kadim dem’de” olmayan “Arabistan”a değil. (Sayfa 172)

Bu bakımdan, bir “şey”e “asli kimlik” yüklenmesinin şartı, bu “şey”i, “zaman’a karşı kalıcı olan”a “bağlamak”tır; böyle söyleyelim. Zaman’a karşı kalıcılığı bulunmayan” vasıtasiyle, “asli kimlik” tesis edilemez. (Sayfa 172)

“Anadolu mayası” vasıtasiyle, yani “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam” vasıtasiyle tesis edilen “asli kimlik”, “zaman’ın kaydı”na tabi değildir. Bu “asli kimlik”, her dem bizzat “kendi’si”dir, ne “artar”, ne “eksilir”, ne de “terkib’e girer.” (Sayfa 172)

Bu “asli kimliğe” mahsus “dil”, “Türkçe”dir; çünkü, bu “asli kimliğin aöz’ü”, “Türkistan’da, gönül’de Tükçe ile açılmıştır” ve “Türkçe’de muhafaza edilmiştir”; “Anadolu’da, gönül’e, Türkçe söylenmiştir.” (Sayfa 173)

“Anadolu mayası”nın, yani “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam’ın, “kültür” ile “esasen” alakası bulunmaz; “Anadolu mayası”nı herhangi bir cihetten “kültür”e bağlayan, “Kadim ve Hatem” olan “Kelam”ı, bu itibarla da “Kadim ve Hatem”i “kültür”e bağlamış olur ki, “ilahiyat” cihetinden bu imkansızdır. (Sayfa 173)

Bu itibarla “kelam”, ne “söz”dür ne de “tefekkür”. “Kelam”a, “söz ve düşünce” yoluyla ne bir “harf” eklenebilir, ne de “kelam”dan bir “harf” eksiltilebilir. “Kelam”, her dem sadece “kendi’si”dir; her dem, “kendi’si” ile “aynı”dır. (Sayfa 173)

Kültür e dayandırılan “kimlik”, “itibari” dir. “İtibari kimlik, bugün bir türlüdür, yarın başka türlü. Bu bakımdan, “kültürel kimlik”, esasen “kimlik” olamaz. (Sayfa 174)

Oysa, Anadolu mayası, yani “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam” yani “asli kimliğimiz”, ne “etnik fark” kabul eder, ne de “antropolojik esas”. (Sayfa 174)

“Kadim dem’de”, ne “Medine” vardır, ne “Arabistan”, ne de “kültür”. “Kadim dem’de”, “Hatem” olan “Kelam” vardır. (Sayfa 177)

“Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”, “Türkistan’da, bir Yüce İnsan’ın Gönlü’nde”, “Türkçe söz ile açılan”, “Kadim ve Hatem” olan “Kelam”dır; “tercüme”ye, “tefsir”e ve “meal”e bağlanmadan. (Sayfa 177)

“Kelam” ile, “Musa Peygamberim kelam ilmi”ni kastediyoruz. (Sayfa 178)

“Tefekkür”, “akıl”a bağlıdır; “akıl”ın faaliyetidir. “Akıl” ise “gönül”e bağlıdır. Bu itibarla, “tefekkür”, sadece “gönül”e mahsustur. “Tefekkür”ün, kendine mahsus “yer haricinde”, “söz ve düşünce” yoluyla “kavranılması”, “kuşatılması”, “anlaşılması” ve, “düşünce dairesi”ndeki “söz”e dökülerek “nakledilmesi”, bu nedenle imkansızdır. (Sayfa 180)

“İlim”i, “söz ve düşünce” yoluyla “kuşattığını” ve, bu itibarla da “kuşandığını” zanneden, “malumat” esasındaki “söz” ile uğraşır; “Attike’li Eflatun” gibi. (Sayfa 180)

“Düşünme yetisi”, bir “şey”i, “dil” vasıtasiyle “kuşatır”; yani, bu “şey”i, “dil’de nesne” olarak, “takliden tesis ve takliden muhafaza” ederek. (Sayfa 173)

“Söz”, tekrar edelim, “yer” itibariyle “dil”e mahsustur; “kelam” ise, “mahall” cihetinden, “Musa Peygamber”e. “Mahalal”, “ilim’deki kelam” cihetinden, “inilen”dir; “dil” ise, “söz” cihetinden, “tesis’in vasıta’sı ve yer’i”. (Sayfa 191)

“Son’lular”, bu yolla “aşılarak” “sonsuz”a “geçilseydi”, “sonsuz”, “düşünce”nin dairesinde bizatihi “tesis” edilmiş olurdu. Oysa, “sonsuz”, “matematik”te, bizatihi “tesis” edilemeden “söz’e dökülmüş şey”dir; bu itibarla da, “düşünce” dairesinde, “sonsuz” hakkında, sadece “son’lu” cihetinden “hüküm” verilir. (Sayfa 196)

Kağıda “tab edilen”, “söz” değildir. Nasıl olsun ki? Kağıdın ne “hafıza”sı vardır, ne “muhayyilesi” ve ne de “düşünme yetisi”. Bu cihetten, “söz”, sadece “insan”a mahsustur. (Sayfa 198)

“İlim’deki kelam”ı, kendi dairesinde “söz’e dökmek”, sadece “ilim’deki kelam’ı okuyan Peygamber”e mahsustur; hem de bu “söz’ü” “nakil”e, “tahkik”e, “ispat’a ve “tefsir”e bağlamadan. (Sayfa 203)

“İlim’deki kelam’ı okuyan Peygamber”, “ilim’deki kelam’ın söz’ü”nü, her “dinleyen’in” ve “okuyan’ın” “bileceği şekilde, yani herkesin “kendi idrak kabı” ölçüsünde “söyler”. (Sayfa 204)

“Mütefessir”, “düşünce dairesi”ndeki “söz”e yönelir; Anadolu mayasının “ferdi birey’i” ise bizzat “kendi’ne”. (Sayfa 204)

“Aşan yol’u, bizzat kendi’nde bulmak ve bu yol’la bizzat kendi’ni bulmak”, sadece Anadolu mayasına ve “ferdi birey”e mahsustur. Benzerine, hiçbir diyarda rastlanmaz. (Sayfa 204)

“Okumak”, “tab” üzerinden “söz” “tesis” etmektir; yani “hafıza, muhayyile ve düşünme yetileri” vasitasiyle “tab” üzerinden “dil’de” “nesne” oluşturmaktır. (Sayfa 205)

Eflatun, “psukhe”nin, “beden’de doğuş” neticesinde içine “düştüğü” “amnesia” halinden kurtulması temin edecek “eksodus”u, yani “kurtuluş yol’u”nu araştırır. Eflatun un fikriyatını, kısaca, bu şekilde tasvir ederiz. (Sayfa 207)

“Hikmet”, “gönül” itibariyle, “akıl”ı “esas”a alan “tefekkür”e dayanır; “sophia” ise, Grek “theologia”sının zemininde, “muthos’u” ve “düşünce’yi” “esas”a alan “fikriyat”a veya, “bizzat Kilise”ye. (Sayfa 215)

Eflatun, Kant’ı tanımış olsaydı, kendisini Akademi’ye kesinlikle “yaklaştırmaz”, yakınlarının siyasi nüfuzunu kullanarak, “Mısır”a sürgün gönderilmesini temin ederdi. Kant’ın, “Mısır”da ne yapabileceğini anlamak ise pek mümkün değildir. (Sayfa 218)

Aristoteles’in “fikriyatı”, “theos ve muthos”, yani “ilah ve mit” esasında bir “kozmogonia”ya dayanmaz. (Sayfa 220)

“Mütefekkir Kant”, yaklaşık ikibin sene sonra, “ethike’nin zemin’i”ni, “birey’in phusis’i” ile alakalı hususlardan da “kopartır” ve, bu “zemin”i, “bizzat Kilise” ile “ahenk” sağlayarak, sadece “rasyonalite”ye münhasır kılar. (Sayfa 222)

“Anlam” için, “zemin” esastır. “Zemin” itibariyle, Eflatun’un “fikriyatı”, “Musa Peygamber’in kelam ilmi”ne, “genesis ve eksodus”, yani “doğuş (yaradılış) ve kurtuluş yolu cihetinden “bağlı”dır. Oysa, Aristoteles’in “fikriyatı” itibariyle böyle bir “bağ” düşünemeyiz. (Sayfa 222)

Eflatun’un “Demiourgos”unu, bu itibarla, “ilahiyat”ın “tek tanrısı olarak yorumlamak esasen mümkün değildir; Grek “theo-logia”sında ise, esasen “tek tanrı” bulunmaz. Bu nedenle “Attike’li Eflatun”un “fikriyatı”, esasen, “tek tanrı” düşüncesini içermez. (Sayfa 232-233)

Oysa, “hakikat”, “itibari” bir “kavram” değildir. “Hakikat”, bir “kavram” olarak, “kendi zıttı” itibariyle temellendirilmez. “Hakikat”, bizzat ve sadece “kendi”dir. (Sayfa 235)

Anadolu mayasında “özgürlük”, “öz bilerek” sağlanır; “söz söyleyerek” değil. (Sayfa 236)

“Tanıma fiili”, “tesis ettiği “iç’sel görüntü” vasıtasiyle, “asli varlık”a mahsus “öz” ile, bunun “(söz’deki) isim”i arasında “bağlantı” oluşturur. (Sayfa 246)

“Kelam”, “gönül”e mahsustur; “fikir” ise, “düşünce”ye. Bu itibarla, “kelam”, “fikir”e “kapalıdır”; çünkü “gönül”, “düşünce”ye “kapalıdır”. Bu nedenle, “kelam”a “fikir” olmaz. (Sayfa 252)

Oysa, Anadolu mayasının “eser”leri, doğrudan “gönül”e hitabeder. Bunları “Türkçe okuruz ve gönül’den severek bağlanırız”; o anda “canım ver” deseler, tereddütsüz “veririz”. Bu “eser”ler, “okuyan”ı, “sükut’a ve kendi’ne sevkeder”. Bu “iş”, sadece Anadolu’ya mahsustur; hiçbir diyarda bir benzeri bulunmaz.

“Gönül’e hitabeden söz’ün aslı”, “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”dır. Bu “aslı olan söz”, “gönül” yoluyla “akıl”a ve “tefekkür”e bağlanır. (Sayfa 253)

“Musa Peygamber’in ilmi” itibariyle “kelam”, “ilim’deki kelam’da bir safha”dır. Bu “safha”, “namütenahi isim dairesi”ni kuşatır; “ilim’deki kelime”, bu itibarla, “ilim’deki isim”dir. “Musa Peygamber’e mahsus kelam’a mahall”, geniş manada “nefs”dir.

“Anadolu mayası” itibariyle, “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”ın “asli kaynağı”, “Kadim ve Hatem”dir. “Kadim ve Hatem” olan “Kelam”, “namütenahi isim dairesi”ni ve, “sonra’sını” ve de “cümle’sini” kuşatır. (Sayfa 255)

“Kelam”, “inen”dir; bu itibarla, “kelam” “izafi” değildir.

“Mutlak” olan “kelam”, “izafi” olan “söz”e sığmaz. Nasıl sığsın; “izafi” olan, “mutlak”ı nasıl kuşatabilir. (Sayfa 256)

“Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”ın “asli kaynağı”, “Kadim ve Hatem”dir.

“Kadim ve Hatem” olan “Kelam”ın bir “Yüce Eser”i, bir “Yüce İnsan”, “Türkistan’da açılır”; “kapalı” olmak cihetinden değil, orada “gizli” olmak bakımından.

Bu “Yüce İnsan”, “Öz’ü’nü, yani “kelam”ı, “gönül’de, Türkçe söz’ler”; işi “meal”e, “tefsir”e, “tercüme”ye bağlamadan. “Gönül’den söz’ler”; “gönül’e söy’ler”.

“Anadolu maya’sı”nın dili, yani “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”ın “dili”, bu itibarla “Türkçe”dir.

“Kadim ve Hatem” olan “Kelam”, bu şekilde, “Türkistan’da, gönül’de Türkçe söz ile açılır”, “gönül’e girip Anadolu’ya gelir” ve, “Anadolu’da, gönül’e maya olur”.

Bu bakımdan, “Türkistan’dan ‘gelen’ kelam”ın “asli kaynağı”, yani “Anadolu mayası”nm “asli kaynağı”, sadece “Kadim ve Hatem”dir; ancak, esasen, “Arabistan” değildir, başka bir diyar da değildir.

Kadim ve Hatem” olan, “Arabistan”a nasıl bağlanır. “Kadim dem de” “Arabistan” mı vardı. “Kadim dem’de”, “Hatem olan “Kelam” vardı. (Sayfa 257)

Anadolu mayası itibariyle, “vücud” esastır; şöyle de söyleriz: “Vücud’daki kelam” esastır. “Kelam”ı, “gönül” taşır. (Sayfa 272)

Grek-Latin-Kilise diyarındaki fikriyat itibariyle, “var’lık” esastır. “Var’lık”ı, geniş manada, “beden” “taşır”. Benzer olarak, bu diyar itibariyle şöyle söyleriz: “Beden’deki söz” esastır. (Sayfa 272)

“Theo-logia”  geniş manada, “theos, theos ile ilişki ve, bu ilişkiye bağlı uyguIama’lar”a mahsus “fikriyat”tır. “Fikriyat”,esas itibariyle, “söz ve düşünce” faaliyetidir. (Sayfa 293)

“Türkistan’dan gelen kelam”, “Yesi”den bir “Yüce İnsan’ın Gönlü’nde”, “Türkçe söz” ile “açılan”, “Kadim dem’de, Hatem olan Kelam”dır. (Sayfa 348)

“İnsan’ın öz’ü”, yani “kelam”, “gönül”e mahsustur ve “mutlak”tır. (Sayfa 349)

“Var’lık”, geniş manada, “zaman’a izafi’dir”; “zaman” ise, “vücud’a tabi’dir”, böyle söyleyelim. (Sayfa 350)

“Düşünme yetisi”, “faaliyet esası” itibariyle, “mutlak”ı, “var’lık” esasında “nesne” olarak “tesis” ve “idrak” eder. (Sayfa 350)

“Anadolu mayası” cihetinden, “aranan”, sadece “İnsan’da”dır; “arayan”, sadece “kendi’nde arar”; sadece “kendi’nde” “kendi’ni”, yani “öz’ü olan mutlak kelam’ı” bulur. (Sayfa 352)

“Hatem olan Kelam”ın “açılmasıyla” birlikte, “İsa Peygamber” ile “gelen” “İlahi Hüküm”, yani “Kitap”, “kapanır”. “Musa Peygamber” için de, aynı husus, benzer olarak geçerlidir. (Sayfa 352)

“Arap kültürü”nün “din” zannedilmesi, “bulaşıcı” mahiyet arz eden bir “felaket”tir; “yaşanılan perişan’lık”, esasen, bundandır. Bu “felaket”in “toplum’sal neticeleri”, maalesef, geniş bir “coğrafya”da uzun zamandır görülmektedir. (Sayfa 355)

“Gönlü maya’lılar”ın “söz’ü”nü, “gönlü’ne maya edebilen”, “Anadolu’ya mahsusen doğ’ar”. Bu, “İnsan’ın doğuş’u”dur. (Sayfa 356)

“Kelam”, yukarıda anlattık, “varlık’a” ve “akan an’a (zaman’a)” tabi değildir. Bu itibarla, “Anadolu Türk kim’liği”, “zaman’ı” ve “yer’i” aşar. (Sayfa 357)

“Gönül mayası”, “birey’i, İnsan eder”, “toprağ’ı, vatan eder”; “bez’i, ay yıldız’lı al bayrak eder ve, şerefle yüce’lerde dalgalandırır”. (Sayfa 368)

 

Aktaran: Mücahit Emin Türk


Anadolu Mayası (Kitap Notları – 1)

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir