Kütüphanede dolanırken çoğunlukla adı pek duyulmamış, arada kalmış kitapları ve en azından benim için pek bilinmedik yazarları keşfetmeye çalışırım. Yine böyle bir anda Amerikalı kadın yazar Joyce Carol Oates ile tanıştım.
Yan yana dizilmiş birkaç kitabından en çok ilgimi çekeni Amerikan Damak Zevki adlı kitap oldu. Arka kapağındaki ‘Amerikan düşünün kâbusa dönüşmesi’ sözleri, kitabı tercih sebebim oldu. Kitap, tam anlamıyla büyük Amerikan düşünü gerçekleştirmiş olan McCaullough ailesinin hikâyesini anlatıyor.
Ian ve Glynnis McCaullough çifti, Hazelton adlı dedikodunun kolayca duyulduğu bir kasabada yaşamaktadırlar. Ian enstitüde çalışırken, Glynnis ise evde kitabını yazmakla meşgul: “Amerikan Damak Zevki”
Glynnis, şu an adı belki de Amerikan damak zevki: Alaska’dan Hawaii’ye Amerikan yemekleri olacak bir kitapla uğraşıyordu, geçen yıl boyun kâh heyecanla kâh umutsuzlukla çalışmıştı bu kitap üzerine. (s. 40)
Kale gibi bir ev, yüksek gelir, şöhret… Bir aileye imrenilmesi için gerekli her şey var. Ian’ın Enstitüdeki konumuna karşılık Glynnis çalışmıyor fakat evi kendi kalesi gibi kullanıyor. Hele ki mutfağı:
Et kesme tezgâhının üzerinde hemen dikkati çeken son derece gösterişli, modern bir mutfak robotu, dolapların içine yerleştirilmiş çeşit çeşit mutfak aletleri, kevgirler, güveç kapları, graten kapları, sufle kapları, dökme demir tavalar, dökme alüminyum krep tavaları, Çin yemeği tavaları, küçük francala kalıpları ve yumurta kapları. (s. 40)
Glynnis’in Amerikan Damak Zevkine uygun yaşam tarzına karşılık, Ian içinde hep bir yabancılık hissediyor ve zaman zaman bunu daha fazla içinde tutamıyor:
Rüzgârlı bir mart gecesi yatmak üzere hazırlanırken Ian, yine birden bire “Ruhun olduğunu hissediyor musun Glynnis?” deyiverdi… (s. 47)
Geçen yıl bir akşam Ian McCullough, şu an başka bir yaşamda olmuş gibi anımsadığı, kalabalık, gürültülü bir odaya giriyordu- kendi odasına. Gerçekten kendi oturma odaları mıydı bu? Kendi evinde miydi? Eşikte bir an duralıyor, kadınlara, erkeklere, sanki onlarla birden karşılaşmış olmanın verdiği şaşkınlıkla bakıyordu, sanki arkadaşları değil de bir ruh topluluğuydu gördüğü. Herkes birbirine ne kadar yabancı, diyordu içinden. Ruhların her biri etle kaplanmış, deriden bir kılıf geçirilmişti üstlerine, içlerine kapanmış, sessizliğe gömülmüşlerdi. Ruh ışıktı ya da alevdi, ateş küçük, cansız, olayca sönüveren. (s. 105)
Evlilikleri boyunca hiçbir zaman problem olmayacak bu ruhsal ayrılık evlenmeden önce başlamış, fakat Glynnis, müstakbel kocası Ian’ı bir şekilde Amerikan düşüne hazırlamaya başlamıştır:
Ian’ın düşlediği yaşam bambaşka ve normal bir yaşamdı, benzerlerinin sürdüğü türden bir yaşam, yine de özbeöz Amerikan. Evlilik, çocuklar, iş saygınlığı, edinilecek ve elde tutulacak mal mülk zaman içinde toplumda iyi bir yer: bir ün. Ian kaybolmak, adsız olmak istiyordu. Kierkegaardçı bir inanç kurbanı, oluşumu süren varoluşçu bir varlık, Camus’nun lanetlenmiş kahramanlarından biri ya da John Brown gibi, gözükara bir şehit olmak… Evlen benimle diye yalvardı ona Ian, kurtar beni. (s. 122)
Ian’ın hayatını yeni baştan düzenleyeceğini söylerdi, bunda kararlıydı; başarı ve saygınlık için yaratılmıştı Ian: yeni bir gözlüğe, dişçiye gitmeye, birkaç yeni elbiseye, yeni ayakkabılara, saçını kestirmeye, yaşayacak yeni bir yere gereksinimi vardı. (s.123)
Ian’ın kitap raflarını elden geçirirdi: Siyaset kuramı, klasik felsefe, Avrupa tarihi, Amerikan tarihi, Marx ve Engels, Spengler, Toynbee, Bertrand Russell ve bilim uzmanlığı programı hocalarından birinin saygıyla söz ettiği John Dewey. … Glynnis bir kitabını açıp biraz okumuştu. Burnunu hoşnutsuzlukla kırıştırıp kitabı bir kenara fırlatmıştı. “bu kadar John Dewey yeter”. (s. 123)
Glynnis’in arzusu yerine gelmiş ve Amerikan düşü gerçekleşmişti. Ancak bütün bunların bir rüya oluşunu, yazar, evin dış duvarlarının camdan olmasıyla imgeliyor. Nitekim bu camlardan birinin kırılmasıyla düşü alaşağı eden çark dönmeye başlıyor:
…Ian, Bianca’nın küçüklüğünden beri ilk kez onunla konuşurken Glynnis’ten ‘Anneciğin’ diye söz ediyordu. (s. 117)
Ian, çocukluğunun geçtiği evi görünce, hayatımı geri istiyorum, diye düşündü. (s. 214)
Malcolm, “Tanrım, ne kadar da mutluyduk hepimiz” dedi. (s. 341)
Olayların gelişmesiyle kahramanımız Ian kendini bir mahkeme salonunda buluyor ve yazar Amerikan modeli adaleti, başından kokmaya başlamış düzensizlik içinde düzeni, çok da sert hamlelere gereksinim duymaksızın naif bir dille eleştiriyor:
Biliyorsun ki yasalarının ışığında, yasalarıyla elbirliği yaparak çalıştığımız hukuk yapı olarak zıtlıklar barındırır. Bir tür oyundur, ama çoğu oyundan farklı olarak kuralları biraz belirsizdir. (s.197)
Kahramanımızın hakikati arayan fakat ışığın ne taraftan geldiğini bir türlü göremeyen çeltikli ruhu mahkeme salonunda da durumdan soyutlanıyor ve arka planı kendince gözlemliyor:
Kiliseyi andıran bu mahkeme binasının ikinci katındaki duruşma salonunu …. (s. 258)
Olay yeri ve alabalık Ian’a Unitarian kilisesindeki cenaze törenini hatırlattı. Kilisedeki tabuta karşılık mahkemedeki sanık kürsüsü… (s. 258)
Son olarak her ne kadar kitabın sonlarına yaklaştığımda olayların gereksiz yere uzadığını ve hafiften sıkıldığımı söylemek durumunda olsam da yazarın, bugün bile kendi ülkemizde bize pazarlanmaya çalışılan bu plastik düşü her yönüyle açığa çıkarması kitabı okumaya değdi demeye yetecek bir sebep. Ayrıca okurun alacağı hazzı şimdiden kesmemek için alıntı yapmadığım bazı müthiş benzetmeler de cabası. Keyifli okumalar…
İbrahim Halil Aslan
Künye:
Amerikan Damak Zevki
Joyce Carol Oates
Can Yayınları
Türkçesi: Alev Bulut
3 Yorum