Attila K. Sezer’den “Yabancı” kitabının tahlili…
***
1-)
Ölümle yüzleşen Meursault, ölümle hesaplaşır:
“Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi…”
Her şeyden emindir, isteklerinden, yaşadığından, ölümden… Tanrı’yı uzağına atmıştır. Papazla konuşurken ve kendi haklılığını ispatlamaya çalışırken ilk defa gibi olmayan, “tam” bir his yaşar: Öfke. Bu öfkeyi dindirdiğinde geriye hiçbir duygu kalmaz; ölümü kabullendiğinde, eski kayıtsızlığına, mutluluğuna geri döner, çünkü umut etmekten vazgeçer.
Buradaki ölümle hesaplaşma fikri kendi içinde bir varoluş zemini hazırlar. Dinlere karşı mesafeli olmanın ötesinde, yapısında bir felsefe kuran bu anlayış “Yabancı” romanının birçok yerinde karşımıza çıkar. Meursault’un ölümle yüzleşmesi onu tanıması anlamına gelmekten çok ona karşı bir başka refleks oluşturma düşüncesini pekiştirir. İşte tam burada ölümle hesaplaşmak istemesi “Egzistansiyalizm” (Varoluşçuluk) bir başka değimiyle “Nihilizm” bakış açısının dine karşı tez oluşturması yürürlüğe girer. Bu pasajda söz konusu bu akımın baskın olduğu görülmektedir.
2-)
Aslında cezayı doğuran şey cinayet değil, Meursault’un duygusuzluğudur. Tüm bu duygusuzluk cezalandırılırken, Meursault’un avukatının Meursault konuşuyormuş gibi, ben’li ifadeler kullanması, Meursault’un uzak tutulması, hiçe sayılması dikkati çeker. Meursault dışında kalanların baştan sona kadar aynı noktaya takılması -annesinin ölümüne verdiği tepkiye/tepkisizliğe- ve onu, işlediği cinayet için değil de sırf bu yüzden suçlu bulması biz okurları da olayların akışına romandaki bir karakter gibi dâhil eder. Onu yargılayanlardan biri de biz oluruz. Bu mahkeme esnasında avukatın söylediği sözler üzerine de ne yaptığımızın farkına varır ve tüm bu saçma mahkeme esnasında ilk defa haklı bir eleştiri ile karşılaşırız:
“Bu adamı anasını gömdü diye mi, yoksa birini öldürdü diye mi suçlandırıyoruz, anlayalım!”
Egzistansiyalizm “Suç” kavramının etrafında çözümlenmeye çalışılır. Öte yandan bu pasajda bir ikilik, ikircikli durum yaratılmıştır ki (Camus bunu bilinçli bir şekilde yapmıştır diyebiliriz) o da neyin suç olduğu ve hangi adalet anlayışına ya da hangi inanç ölçülerine göre yargı verilecektir sorusunun altı çizilmek istenmiştir. Gene burada varoluşçuluğun temelleri üzerinden bir kurgulamaya gidilmiş olmasının geçerliliği söz konusudur.
3-)
Zaman kavramı üzerinden de sorgulama yaşar Meursault ve gün, hem uzun hem kısa olabilirken, hücresinde geçirdiği beş ay kendisine “yaşanan aynı gün” gibi gelir. Adliye sarayına geldiğinde ve mahkeme süreci başladığında kendisine gösterilen aşırı ilgiye şaşırır, gazeteler aracılığıyla kendi suçunun gündemde daha iyi şeyler olmadığı için gazetede haber olacağını öğrenir, mahkeme esnasında tüm olay gelir ve Meursault’un annesinin cenazesindeki davranışlarına dayanır ve o, ilk defa suçlu olduğunu anlar. Ve Meursault bir adamı öldürmekten çok, anasını gömdüğü için idama mahkûm edilir. Tüm bu süreçte Meursault olayları sadece izler, edilgendir, tek kelime edemez. Söylemek ister ama söyleyebilecek tek şeyi yoktur. Aslında bu mahkeme esnasında savcının kullandığı şu ifadeler romanın olduğu kadar bizlerin de sorgulaması gereken bir sorundur:
“Hele, bu adamda rastlanan türde bir kalpsizlik, toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa!”
Bu pasaj’da da insanın içinde yer edememiş adalet duygusunun ne kadar değişken ve sapmaları olduğunun ispatı üzerine defalarca düşünülmesi gerektiği ifade edilmeye çalışılır. Aslında Camus’nün yapmaya çalıştığı romanın kurgusunu varoluşçuluğun geçişi için tasarlamaktır bir bakıma. Gerek ölüm olgusunda gerek suç kavramında gerekse adalet ve hapis kavramlarında sorgulanacak çok yanın bulunması ve romanda işlenmesi bu dünya görüşüne göre kaçınılmaz sayılmıştır.
4-)
Döndüğünün ertesi günü denize gitmiş, Marie ile yüzmüş, filme gitmiş, onunla eğlenmiş, kendi dünyasında kendi rutinlerini gerçekleştirmiş, annesini gömmüş ve yine her şey eski tas eski hamam hayatına döneceği düşüncesiyle bir Pazar gününü daha harcamıştır. Marie ile ilişkisi tuhaf ama doğaldır. Maire’nin beni seviyor musun sorusuna: “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum.” diyerek cevap verir ya da bir duyguyu yaşarken, “kendimi mutlu hisseder gibi oldum.” diyerek hiçbir duyguyu tam anlamıyla hissetmeyen, ya “sanan” ya da “hisseder gibi olan” ama o duyguyu yaşamayan bir karakter olduğunu fark ederiz. Herhalde Marie’yi sevmiyordur ama Marie isterse onunla evlenebilir, evlilik ciddi bir şey değildir çünkü ya da insan bir silahla ateş edebilir de edemez de, ikisi de birdir. Bir yere gidebilir de gitmeyebilir de… Her şeye karşı tepkisi budur : “…bence bir…” Hiçbir şey ciddi değildir bu hayatta.
Hayatın sorgulanması üzerinden verilmiş olan nihilizm huzursuz bir adamın iç hali ya da toplum içinde hayattan yalınlaştırılmış bir adamın yalnızlığı ölçüsünde değildir. Buradaki akımın en temel doktrini antikonformizim’dir. Ve bunu “hiçlik” olarak da ele alabiliriz.
5-)
İlk cümleyle doğrudan sunulan “yabancılaşma”, hayatta karşımıza çıkan her şeyin “saçma”lığı ve Meursault’un hayatının, bir başkasının ölümüne karşı hissettiği duygu/duygusuzluk yüzünden, ummadığı bir noktaya gelmesidir. Meursault’un annesi ölmüştür ve onun ölümünü duyduğunda endişe ettiği şey, ölümün kendisi değil, bu durumdan hoşnut görünmeyen patronunun öbür gün yas elbisesini giydiğinde, başsağlığı dilememesinden pişman olacağı ve böylece annesinin ölümünü ispatlamış olacağıdır. Meursault İhtiyarlar Yurduna giderken her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, sızıp kalışını, karşılaştığı insanların görünüşlerini…
Tüm netliğiyle betimlemesi, soğukkanlılığı, bundan öte kayıtsızlığı, yaşanan şeyin/ölümün günlük hayatın sıradan parçalarından biri gibi anlatması, sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması, tüm bu ölüm/cenaze merasimi esnasında ölümle yüzleşmesi gerekirken ölümden başka her türlü detayı hafızasında taşıyabilmesi ile farklı bir karakter olarak karşımıza çıkar Meursault. İlk cümle bizi sarsar ama Meursault’u tanımaya başladıkça ondan uzaklaşmaya başlarız. Bu uzaklaşmak istemek hayatın geçiciliği içinde kötürüm, gamsız, duygusuz (sözde) bir adamdan uzak kalmak istemek değildir. Sadece İçimizi, vicdanımızı rahatlatan bir sebebe ihtiyaç duymak istemenin bir tezahürüdür. Aslında daha açık bir ifadeyle karşımızda duran ve Albert Camus’nün de anlatarak ulaşmak istediği “hiçliğin” vurgulanarak yüceltilmesidir. Ama bu yüceltilecek durum ya da olay bizi hiç de memnun etmeyeceğinden sıradan bir adamın sırtından devşirilerek verilmez. Aksine Varoluşçuluğu tanımlayan bir karakter çizilir ve biz bu anlayışı böylece daha rahat okuruz. Bu sebeple Meursault bu akımın ana karakteri sayılabilir.
Kitap: Albert Camus, Yabancı, Can Yayınları, 2011.