Akıl ve Erdem

Künye: Akıl ve Erdem, İbrahim Kalın, Küre Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2014.

***

Türkiye’nin gelenek ile modernite, ahlak ile hukuk, anlam ile özgürlük, bireysel kimlik ile kolektif aidiyet arasında yaşadığı gerilim, tepeden inmeci, yüzeysel ve zecri modernleşme politikalarının da etkisiyle Türkiye’nin bir özne olarak kendisine, tarihine, kültürüne, dinine ve nihai kertede dünyaya yabancılaşmasına neden olmuştur.  (Sayfa 5 )

“Düşünüyorum o halde varım” diyerek varlığı bilgiye indirgeyen Kartezyen düşüncenin tersine kadim gelenekler, “ancak gerçek manada varolabilen insan, hakikatin bilgisine ulaşabilir” ilkesinden hareket etmişler ve varolma biçiminin, bilme melekelerini ve süreçlerini belirlediğini vurgulamışlardır. (Sayfa6)

Burada tanımladığımız şekilde toplumsal muhayyile, bir toplumun en genel kavramsallaştırmalarından en somut tutum ve davranışlarına kadar bütün zihni ve ahlaki kodlarını şekillendiren düşünce, his ve eylemler bütününü ifade eder. (Sayfa 8)

Farabî’nin ifadesiyle insanlar, saf hakikati en iyi şekilde ancak remizler, semboller ve misaller marifetiyle kavrayabilirler.  Soyut gerçekleri anlatma için kullandığımız semboller, remizler ve teşbihler birer edebi araçtan ibaret değildir.  (Sayfa 9 )

Kökler ile açık ufuk arasındaki dinamik ve çok yönlü ilişkiyi lehine çevirebilen bir Türkiye, iç siyasete ve dış politikada tevarüs ettiği korkulardan ve evhamlardan kurtulacak ve kendisiyle, tarihiyle jeokültürel kimliğiyle barışabilecektir.  (Sayfa 17)

17. yüzyılın büyük düşünürü Molla Sadra’nın felsefi bir dille ifade ettiği gibi, varlıklar değişim ilkesini kendi özlerinde barındırırlar. (Sayfa 17)

Siyasi sistem ve hukuk düzeni tartışmalarında ihmal edilen tarih, kültür, millet, gelenek, hafıza ve ortak tasavvur unsurları sistemin soyut kurallarından daha önemlidir.  (Sayfa 19)

Evrene ilişkin her bilme eyleminin temelinde, insanın dışında varolan bir şeylerin ona dokunması, işaret etmesi, çağrıda bulunması ve onu harekete geçirmesi vardır. (Sayfa 23)

Birey ile cemaati, din ile bilimi, özgürlük ile ahlakı, millet ile devleti, akıl ile tarihi, kimlik ile aidiyeti karşı karşıya getiren modernleşme tecrübemiz ortaya yarım kişilikler, karışık zihinler, daralmış vicdanlar ve netice parçalanmış bir toplumsal ve tarih tasavvuru çıkarttı. (Sayfa 30)

Tarihinden gocunmayan, coğrafyasından kaçmayan, milletin aklına, irfanın ve vicdanına güvenen bir Türkiye, toplumsal muhayyilesini kendi his, hayal ve akıl dünyasından hareketle inşa edecek ve kendi gücünün farkına varacaktır. (Sayfa 31)

Cumhuriyet elitleri Osmanlı’dan geriye kalan devlet ve milletin yeniçağda ancak Avrupalılaşarak ayakta kalabileceğine inandılar ve modernleşme tarihinin en radikal, merkeziyetçi ve zecri programını uyguladılar. (Sayfa 32)

İslam’ın yerine “medeniyetçi Türkçülük”ü ikame ederek “medenileştirme projesi”nin din sorununu kökünden halledeceğine inandılar. (Sayfa 33)

Aksine Türkiye’nin temel sorunu yıllarca çağdaşlık, istikrar, düzen ve birlik-beraberlik adına bu temel özgürlük alanlarını baskı altına almaya çalışması olmuştur. (Sayfa 38)

Batılılaşma, Türk modernleşmesinin kaçınılmaz bir kaderi miydi? (Sayfa 39)

Bir yandan sağlam bir köke, geçmişe ve birikime sahip olan, öbür yandan tarihe ve dünyaya bir “açık ufuk” perspektifinden bakabilen Türkiye, milli olanla evrensel olan arasında daha dengeli ve yaratıcı bir ilişki kurabilecektir. (Sayfa 43)

“Osmanlı’nın kullarını Cumhuriyetin vatandaşları yapacağız” sloganıyla yola çıkan kadrolar, radikal toplum mühendisliği projelerinin bir parçası olarak halkı pasif bir kitleye güruha indirgediler. (Sayfa 66)

Davud el-Kayserî, Descartes’ın tersine, insanın düşündüğü için var olduğunu değil var olduğu için düşünebildiğini söyler. Var-olmak düşünceyi önceler ve her türlü idrak faaliyetinin zeminini oluşturur. (Sayfa 84)

Buna karşın gelenek özgürlüğe değil anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür. (Sayfa 87)

Özgürleşme adına geleneği, tarihi, hafızayı, aileyi, dini, toplumu külliyen reddeden akımlar insanoğluna yeni bir anlam alanı açtıklarını iddia ettiler. Fakat neticede nihilist, anlam ve değerden yoksun ve giderek gayri insani bir varolma biçimine kapı araladılar. (Sayfa 89)

Aktaran: Serdar Kocabaş

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir