akıl defteri: “zor zamanda konuşmak”-2

akıl defteri: “zor zamanda konuşmak”-2

 

künye: zor zamanda konuşmak, ismet özel, şule yayınları, 12. baskı, istanbul – eylül 2011

 

bölünmüş paramparça bir dünyada yaşıyoruz. fakat bu dünyada herkes aynı şartların ağırlığı altında kıvranıyor. dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. [sy. 147]

sağlık sigortası “dostların”, “kardaşların” ihtimamından daha güvenilir sayılmaktadır. öğretmenler geçimlerini sağlamak için bildiklerini satarlar, doktorlar hayat seviyelerini muhafaza etmek için tedaviye mecburdurlar. bu şartlar altında kimse kimseye “insan” özelliklerinden ötürü muhtaç değildir. bir insanın öteki için anlamı, sadece bir görevli olmasıyla sınırlıdır. bütün haklar toplumsal kurumlara devredilmiştir, göreviler de ondan beklenir. hiçbir insan bir başka insanın “insanlığına” iltica etmez, herkes toplumsal bir mültecidir. [sy. 149]

türkiye, bütün modernleşme faaliyetlerine rağmen bünyesinde hem iç asya kültürünün hem de diyar-ı rum kültürünün tarihi ağırlığını hâlihazırda taşımaktadır. [sy. 181]

avrupa’da devlet iktisadî şartların çocuğu olduğu hâlde, türkiye’de iktisadî şartların ebesi devlettir. bu gerçeğin 13. yüzyıldan beri değişmeden (her hâl ve şartta kendine mahsus bir görünüm kazanarak) devam etmesi doğrusu pek şaşırtıcıdır. [sy. 182]

eğer bizler dünyayı kavrama, yaşadığımız ülkenin şartlarını bilebilme ve kendimizi bu ortamda anlamlı bir yere oturtma gayretinde isek mutlaka her zahirin bir bâtını olduğu hükmünü benimsemek ve yapacağımızı böylesi bir ihtiyatla yapmak, vereceğimiz kararı bu kararın tümüyle bizim tarafımızdan verilmemiş olacağını bilerek vermek durumundayız. [sy.185]

türkiye kendi değerlerini yok sayma konusunda dünyadaki bütün milletleri geride bırakmıştır. türk aydını dediğimiz acayip yaratık kendi ülkesinde yaşayan değerleri görmezlikten gelmekle kalmaz, uygun bulduğu bir başka kültürün unsurlarını öz mali sayıverir. (…) kendi bahçemiz kavramına da yeterli ölçüde sahip değiliz. buna sahip olmadığımız için de türkiye, bu ülkede yaşayan insanların bir mahremiyeti değildir. [sy. 187]

bugünün türkiye’sinde gençlik, biyolojik bir vakıa olarak hesaba katılan, başka bir özelliğiyle hesaba katılması düşünülmeyen ve başka bir özelliğiyle hesaba katılması düşünülmeyen ve başka bir özelliğinden ötürü kendini hesaba sokma gücünü başaramamış bir insan kümesidir. [sy. 193]

bugün yirmi yaşında bulunan bir genç kollarını sıvayıp çok emek ve sabır isteyen işlere başlamazsa önündekiler gibi boşu boşuna yaşlanacaktır, hem şimdikilerin ihtiyarlayışlarından çok daha çabuk. [sy. 206]

namaz uykudan hayırlıdır, denildiğinde insanların mühim bir ikazla karşılaşmış olmaları beklenir. uykusu zaten elinden alınmış bir insana bu sözleri anlatmamız kolay olmayacaktır. bugün, uykuyu, çalışan robotun dinlenmesi olarak anlıyorlar. yarın tekrar bu çarkları çevirebilmesi için bugün biraz uyumalıdır. [sy. 216]

çağımızda bir düşünceyi öldürmenin çok etkili ve sonuç veren bir yolu var: o da söz konusu düşünceyi tamamen “teorik” kılmak, onu bütünüyle “akademik” çalışmaların kapsamına almak. modern teknolojik medeniyet kendine düşman olan düşünceleri karalamıyor, onları hasım sayıp üzerine varmıyor. tam tersine onlara saygılı davranıyor, bir bakıma dokunulmazlık hakkı tanıyor onlara. onlara üniversite ve bilimsel kurum kafesine sokuyor önce. daha sonra müzelere sergilere yerleştiriyor. böylece yaşayan insanların elinde hayata biçim verebilecek bir düşünme tarzı “müzelik” ve “göstermelik” olabiliyor. saygıyla hayattan uzak tutulmuş, dokunulmaz oldukları için artık kimsenin el değmediği sistemler olarak dondurulabiliyor düşünceler. [sy. 220]

eğer insanın gerçekten sarahatle anladığı, mânalandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri mânasız bulmakta hak sahibi olabilir. [sy. 231]

doğrudan doğruya müslümanların müslümanca davranışlarını yine müslümanlara karşı savunmak mecburiyetinde oluşundan bahsediyorum. günümüz dünyasında aramızdan biri çıkıp “ben resûlullah’ın nasıl karpuz yediğini bilmiyorum, bu sebeple karpuz yemeyeceğim” demiş olsa bu tavrını önce müslümanlara kabul ettirmek, haklı olduğu hususu yine birçok müslümana “ispat etmek” mecburiyetinde kalacaktır. [sy. 232-233]

günümüz insanları iki yönden toplum tarafından yılgınlığa uğratılıyor. bunlardan biri içinde yaşanılan sistemin gereklerine uymadığı takdirde mahvolacağı korkusu, öteki de içinde yaşanılan sistemin gereklerine uyduğu takdirde mahvolacağı korkusudur. insanlar bu korkulardan hangisini atmaya çalışırsa diğeri tarafından tehdit edilmektedir. [sy. 234]

… herkes gibi olmak herkes tarafından yok sayılmak demektir. bu yüzden insanlar hiç kimse tarafından farkedilmeksizin yaşamaktansa, herkes tarafından kötü gözle bakılan biri olmayı tercih edebilirler. [sy. 236]

bir insanı sevmek tek başına bir amaç, bir sonuç olduğu zaman tamamlanmış, hedefine varmış bir edim olur. velâkin bir insanı sevmek başka bir amacın bir parçası, bir adımı olarak düşünülüyorsa ortada ne sevgi, ne de hayır vardır. tam tersine bir hedef uğruna gösterilen sevgi hem riya, hem çürüme hem de sevgi gösterilen kişiye yöneltilmiş bir tahrip faaliyetidir. [sy. 239]

kendisi hedef olma vasfı göstermeyen hiçbir vasıta hedefe götürebilecek bir vasıta olma gücünde değildir. [sy. 239]

insanların avcılık ve çobanlıkla geçindiği dönemde tabiatı yağmaladıkları görüşü teorik bir safsatadır. bugün üretim adı verilen çılgınlığın gerek dünyaya gerekse insan topluluklarına kattığı herhangi bir şey yoktur. ama gerçek yağma son yüzyıllarda artarak devam ediyor. [sy. 252]

“hayvanların dünyasında” diyor thomas szasz, “birini yemek veya biri tarafından yenilmek kuralı geçerlidir; insanlar dünyasında ise geçerli kural birini tanımlamak veya biri tarafından tanımlanmaktır.” bu sözde bir gerçek payı varsa ister istemez kabul etmemiz gerekecek ki eğer bir grup insan bir başka grup insanı tanımlayabile gücünü ele geçirmişse onun üzerinde hâkimiyet kurabilmiş, bir anlamda onları yemiş olur. [sy. 254]

dünyanın herhangi bir yerinde bir amerikalıya “yankee go home” diyecek olursanız, “yankee” kendisine kendi diliyle hitap edilmesinden ötürü, kovulduğu o topraklarda bir tür rahatlık hissedecek, belki de evinden pek uzakta olmadığını düşünecektir. [sy. 256 ]

bunalım, elinde bütün kozları tuttuğu hâlde oyuna girmeyi reddetmektir. cesaret ise, elinde hiçbir koz olmadığı hâlde oyuna girmeyi kabul etmektir. (…) cesurların haklı oldukları taraf oyundan kaçmayışlarıdır. bunalıma düşenlerin haklı oldukları taraf ise bu oyunun kurallarına bağlanmayı reddetmeleri, bir oyuna gelmeyi küçültücü, bozucu, ahlâk dışı bulmalıdır. [sy. 257]

ihlâs sahibi olmak; aşkınlık içinde bulunmak, metafizik şartlar içinde yaşamaktır. muhlis, ihlâsının farkında değildir. günahtan kaçarken ve sevap işlerken bu fiillerini birer karar verme meselesi yapmaktan çıkarmıştır. doğrusunu yapmalıyım diye seçip doğruyu, hata işlemek endişesini sonuca bağlayıp da yerinde olanı işlemez. teslimiyet pazarlıksızdır. samimiyet gösterişsizdir. ihlâs endişesizdir.[sy. 260]

bugün avrupa ve amerika’nın meselesi (sovyetleri dışta tutmaksızın) diyebiliriz ki müslümanların batı ölçülerinin dışında bir girişimde bulunmalarına engel olmaktır. batıdan ithal edilen müslümansı bir yaklaşım bu iş için biçilmiş bir kaftan neden olmasın? [sy. 264]

işte demokrasinin bu son saydığımız vasfı herkese cazip gelir. siz de başbakan olabilirsiniz. size de çıkabilir. [sy. 265]

insanoğlu kendi bireyliğini hissedemediği, insan olarak kendi önemini kavrama imkânından mahrum kaldığı anda benzerlerine çeviriyorlar silahlarını. başkaları cehennemdir, diyor. [sy. 270]

tıp alanında günümüz batı toplumlarının vardığı yer hiç de ortaçağ toplumundan daha “ileri” sayılabilecek yer değil. insanların büyücülere ve rahiplere olan bağlılıkları eskiden ne idi ise, bugün doktorlar ve hastanelere olan bağlantıları aşağı yukarı odur. [sy. 271]

ortaçağ avrupasında bir insan genel kabulün dışında bir düşünce veya davranışa sahip oldu mu, kolaylıkla “deli” kabul ediliyor, içine şeytan girmiş sayılıyor ve içindeki çıkıncaya kadar hasta dövülüyor, ona işkence ediliyordu. bugün şizofreni konusunda uygulanan birçok metodda (laing’in, cooper’in, esterson’un çalışmalarının bize gösterdiği gibi) aynı ağırlıkta kabul ediliyor. hasta bir ailenin, hasta bir toplumun birimi olarak insan (hasta) bozuk ilişkilere gösterilebilecek en yerinde tepkiyi gösterdiği hâlde, psikiyatri hastanın yıkımına sebep olabilecek bir tedaviyi uyguluyor. belki bugün insanın içine şeytan girdiği söylenmiyor, ama iyileşmesi için gereken “dayağı” kimse ondan esirgemiyor. [sy. 271]

eğer ilerleme düşüncesinin bir masal, insan ömrünü uzatma iddiasının da çarpık bir düşünce olduğu anlaşılabilirse ne büyü ne de bilim iktidarlarını sağlam kılamayacaklardır. [sy. 272]

batıda doğmuş makinalı medeniyet bugün bütün yeryüzünü egemenliği altına almış olmakla birlikte hâlen insanlığın sorumluluğunu yüklenmeye bile yanaşmamaktadır. hatta bu medeniyet; açlık, savaş, hastalık, eşitsizlik gibi kendine düşman ilan ettiği ve fakat gerçekte kendinin türettiği kötülüklere karşı bile etkili olamamaktadır. üstelik teknolojik imkanların bu kötülükleri ortadan kaldırmak üzere mevcut olduğu hatta bu imkanı da elinde tuttuğu medeniyetin müdafileri tarafından öne sürülmektedir. ama bu medeniyet ayakta kalabilmek için insanlığın çözülmez meseleleri bulunduğuna halkı gizliden gizliye inandırmak zorunda olduğunu biliyor. [sy. 274]

 

aktaran: mehmet raşit küçükkürtül

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir