Künye: Sûfi ve Şiir, Mahmud Erol Kılıç, İnsan Yayınları, 10. Baskı, İstanbul, 2012.
***
Mistiklere göre esas bilgi varlık bilgisidir, yani ilahi bilgidir. İnsan da yaratılışı itibariyle tanrısal emanetlere sahip bir varlık olduğu için bilgi onda bilkuvve mündemiçtir. Bu bilgi, süjesinden ayrı olmadığı için ancak bilen ve bilinen birliğinde ortaya çıkar. Bilgi insanda zaten verilmiş konumdadır fakat kendisinin açığa çıkmasını engelleyen unsurların ortadan kaldırılmasını beklemektedir. (syf. 20)
Sanatçının kreasyonu bir bakıma Rab’bin âlemi yaratma eyleminin bir taklidi olmaktadır. (syf. 21)
Ârif ve fazıl kimseler garip mânâları ve lâtif bilgileri bir gelin gibi tasavvur etmişlerdir. Bunların nazma çekilmesini de fikir gelinlerinin süsü olarak görmüşlerdir. Bir güzelin güzelliği ve letâfeti süssüz de kâfi gelir fakat şunu da unutmamalı ki ödağacı tütsüsü buhurdana girip yanmadan kıymeti bilinmez. Fikir gelinlerinin süsleyicileri ve nefis sırlarının sarrâfları olan büyük şairlerdir. Bunların dalgıç gibi olan mükerrem tabiatleri ve yüzgeç gibi olan sâlim zihinleri bir anda mekânsızlık denizinden binlerce mânâ incisini varlığın kıyılarına çıkarır, hattâ mânâ ehlinin başlarından aşağıya saçarlar. (Emir Devletşah) (syf. 30)
Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lime lime olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirin de öylece önce rûhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisanı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti, nihayet kuru bir iskeleti kaldı. (Yahya Kemal) (syf. 45)
Bil ki vech-i Hakk’a mir’atdır özün bir hoş gözet
Men aref sırrındaki mâden senin kânındadır. (Niyâzî-i Mısrî) (syf. 48)
Şuur kökünden gelen şiir icmâl yeridir, toplu ve öz anlatma, sembollerle anlatma yeridir. Tafsil yeri yani dilin yüklenebileceği ne varsa hepsini verme yeri değildir. (syf. 52)
İbn Arabî’ye göre mânâlar önce hayale nüzul eder, peşinden duyular âleminde dile dökülür. (syf. 55)
Tasavvuf ile alâkadar olan şairler, bir insanın güzelliğine karşı aşklarını söyledikleri zaman, onun şeffaf varlığından geçip güzelliğin hakiki shibi olan Allah’a teveccüh ederler. (Lâtîfî) (syf. 59)
Yunus tabiatı gereği şi’riyyet yeteneği ile başından beri donanımlı olduğu için seyr-i sülûkunun başında da ortasında da tamamladığı zaman da şiir söylemiştir. Bu açıdan şiirlerinde temkin yerine telvin vardır. (syf. 86)
Osmanlı şairlerinin çoğuna göre şiir vehbî bir olay olarak görüldüğünden şiir söylemeye bir “vehb” anıyla başlarlar. Hatta kenfi vefatına önceden tarih düşürmek suretiyle şiirle kerâmet izhâr eden bile vardır. (syf. 107)
Şiir, genellikle bir anlamın (mânâ) semboller (remz), ritimli sözler (mevzun) ve uyumlu sesler (mukaffâ) yardımıyla aktarılma eylemi içerisinde şekillenen bir ifade biçimi olarak tarif edilir. (syf. 125)
Şiirin muhatab olduğu varlık, nehir gibi olan Varlık’tır. Böyle bir Varlık, kendisini önceden belirlenmiş bir dile dönüştürmeye çalışan kişiyi muhatab alıp konuşamaz. Esasen verili bir dil üzerinden konuşan kişi, kişi bile değildir; şairse hiç değil. Çünkü şiir Varlık’la muhatab olurken O’ndan yalnızca ölçülebilir olanı almaz; O’nda yalnızca ölçülebilir olanı görmez. En az onun kadar Varlık’ta ölçülemez olanı da dikkate alır; gözönünde bulundurur. Şiir sınırlandırmaz, kavramsallaştırmaz, belirlemez, tanımlamaz kısaca had koymaz. Çünkü şiir akıcı olanın biteviye avlanamayacağının farkındadır; zaten akıcı olan bi’t tab ölçülemez olanı içerir. Ölçülemez olan ise doğası gereği sınıra karşı direnir. Bütün bir Varlık’ı ölçülmez kılmaya çabalar. (İhsan Fazlıoğlu) (syf. 130)
Baştanbaşa bütün bir sûfi edebiyat ister şiir formunda olsun, ister vecîze ister nesîr formunda olsun hepsi de aslında ruhun Allah’a olan açlığının, iştiyâkının sonucunda O’na doğru yolculuğun ve en sonunda Mutlak Bir olanla buluşmasının –ki insânî en üst gaye budur- bir “hikâye”sinden ibarettir. (Seyyid Hüseyin Nasr) (syf. 134)
1 Yorum