Akıl Defteri: Çekilme Suları

Künye: Çekilme Suları (Bütün Yazıları), Şükrü Erbaş, Kanguru Yayınları, 1. Baskı, Mart 2009, Kızılay/Ankara

***

“Yenilmişlerin hayatında ucu sonsuzluğa varan bir yarın olacaktır hep; bugünü bir iyiliğe taşıyan, acıdan güven duygusu yaratan bir yarın… Bu yarın, “bir kuru hayal” değildir; hayatın diyalektiğine ilişkin bir ârif bilgisidir. Otlarda, ay ışığında, akıp giden suda, taşların sessizliğinde sonsuzluğu gören insanın, kendini doğaya ekleme, bir başka ifadeyle kendini sevme arzusuna ilişkin bir çaresizlik bilgisidir.” (sf. 9)

“Gün akşama döndü. İçimde, uzayan gölgelerle menevişlenen bir geçmiş. Yalnızlıkla yavaşlamış bir şimdi. Kirpiği kaşına değmeyen bir gelecek. Zaman bir tek eşyada sürüyor. Sürmek değil bu, pul pul dökülen heves. Ucu vazgeçmeye varan bir yılgınlık, bir gönül yorgunluğu. Dünya etimde ürperiyor. “Ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir” mi diyordu Baudelaire. Bir insandan bir söz duymak. Yoksa varlığımı duymayacağım.” (sf. 9)

“Akşam oldu.  Kadın denizden çıktı. Sarı bir zamana kapandı kapılar. Gülhatmi sustu. Ay ışığı puslu bir hançer. Yarının lambaları yandı evlerde. Sokak, sahipsiz bir hayal. Kendinden başka her şeyi konuşuyor kalabalık. Ey üç zamanı birden zehirleyen gerçek… Odalarda bir yılkı atı Kul Hüseyin’i söylüyor: “Hangi günü gördün akşam olmamış.” Akşam oldu… Sen olmasan da…” (sf. 10)

“İnsan dostlarımız ağaçlara, kuşlara, güneşe, yağmura, denize benzemiyor. Kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi olmayana karşı akıl almaz bir önlem duygusuyla korkular geliştiriyor. Korku insanı masum bir yerde bırakmıyor. Eşiklerden başlayarak sokakları, öteki evleri, bütün bir kenti, giderek dünyayı bir yabancıya çeviriyor. Yabancı, içimizde mayalanan korkuyu, aldığı her solukla biraz daha kışkırtıyor! Yetmiyor, içimizden dışımıza doğru halka halka yayılan yalnızlığın zehirli duygusu, yarattığımız bu yabancıyı düşmana dönüştürüyor. Anlamanın ve sevmenin, dünyayı bir bağışa çeviren konakları geçilmiştir artık.  Düşmanlığın nerelerden birikip geldiği çoktan unutulmuştur. Herkes yalnızca kendi haklılığına inanmaktadır. Ötekinin hikâyesi yoktur. Korunma güdüsü; hiçbir adâlet duygusu, yaşamak hakkı, varoluş saygısı tanımadan açık bir şiddete ve yok etmeye varmıştır: Bir parmak sallamadan, seste cisimleşen öfkeye; dayaktan öldürmeye, onlarca acıyla her şey cezaya dönüşmüştür “öteki”ler için.” (sf. 11)

“Ölüm sonsuza düşer, tamam da (ölenin yaşayanlarda süren hatıralarını da öldürebilirsiniz kuşkusuz), hapishanedeki insan hayatın dışına düşer mi? Kimi, hangi ağır sessizliğe, donmuş zamana, sevgisiz mekâna, hareketsiz gölgeye kapatırsanız kapatın, eğer dışarda bir gün yaşadıysa, verdiğiniz bütün cezayı ters düz edecek dayanma gücünü, sonsuz bir zamanı da vermişsiniz demektir.” (sf. 12)

“Şiire gelince… Benzer özellikleri taşımakla birlikte, fotoğraftan daha etkili olan yanı, insana sözcüklerle resim çizdirme özelliğidir. Fotoğraf, ne kadar kurgulanmış, gerçeklik bozularak kurulmuş olursa olsun, sonuçta resmedilmiş, sabitlenmiş bir görüntüyle bizi yeni görüntülere götürürken, şiir, ortada hiçbir resim yokken, o resmi bize dille, sözcüklerle yaptırdığı için, insanın imgelemini harekete geçirmede fotoğraftan daha etkilidir. Bizden, biraz daha fazla katılım ve çaba ister.  Daha fazla bir dil sezgisi ve bilinci ister. İşlek bir hayal gücü ister. Daha gelişmiş bir soyutlama yeteneği ister. Soyut kavramları somutlayabilme bilgisi ve bilinci ister. Diyalektik bir görme ister. Daha geniş bir hayat bilgisi ister. Kuşkusuz bütün sanat yapıtları da bu donanımı bekleyecektir onunla ilişkiye giren herkesten. Ancak şiir tüm bunların en fazla billurlaştığı bir özel alandır. Böyle bir yaşantının bizde oluşturduğu bellek ise, bütün hücrelerimize işleyerek oluşmuş bir bellek olacağından gerçek anlamda kalıcı bütün zamanları içeren, bizi durmadan yeni hayatlara götüren, verili olan yetinmeyeni kısaca yakıcı bir farkında olma bilinci demektir.” (sf. 16-17)

“Şiir… Bir uçuruma harfler atıp yankısını beklemek. Dilin odağında örgütlenmiş incelik. Hiçbir gizlisinin olmadığı yer insanın. Her şeyin, bir yağmur damlasının bile aşk kadar, zaman kadar, ölüm kadar anlam kazandığı bir bilgi. Hayalin gerçeklikten daha gerçek olduğu büyü. Ekmekle ve kadınla sıra yarışı yapan çocuk. Güzel huzursuzluk. Mutsuzluğun verimi. Dünyayı karşısına alıp kendine konuşmak. Aşkın ve ölümün üçüzü. Uzar gider bu.” (sf. 19)

“Unuttuğumuz bizde bir başka yaşantıya dönüşmüşse buna ne kadar unutmak denir, sanırım böyle bir noktadan düşünmek daha verimli kılar hepimizi. Neşet’ten (Ertaş) bir sözle bitirelim. Şöyle der bir soru üzerine: ‘Ben bir türküyü plağa, kasete okur, sonra unuturum. Gittiğim yerlerde benden hangi türkümü isterlerse onu söylerim. Her söylediğimde de o türküyü yeniden öğrenirim.’ Üzerinde uzun düşünmeli.” (sf. 20)

“Canetti’den bir alıntı daha yapalım: ‘Birine şöyle demek çok güzeldir: Seni hep seveceğim. Ama insan gerçekten bir de böyle yaparsa.’ Evet, sanırım aşk, hep böyle yapacağımızı sandığımız, ama hiçbir zaman yapamadığımız akıl dışı yaşantısı insanın. Küçücük hayatlarımıza yeryüzü genişliği kazandıran biricik duygumuz. Doğanın bedende çiçek açması. İnsana acısından haz aldıran bir tutulma. Bütün kadınları bir kadına, bütün erkekleri bir erkeğe dönüştüren güzellik körleşmesi. Deneyimi, ustalığı olmayan büyük acemilik. Hiçbir zaman tamamlanamayan bir yaşantı olduğu için, şiir gibi tanıma gelmeyen var oluş hali. Belki de bu yüzden Sagan’ın sözü aşk konusunda söylenmiş, hadi en doğru demeyelim, kalbimi karşılayan birkaç sözden biridir benim için: ‘Aşk, iki kişi arasında geçen şeydir.’ Önlem duygusunun aşkta yeri yoktur, bilinir.” (sf. 21)

“Şu da insanın yaşarken kavrayacağı bir trajik bilgi: Gelecek; çoktan ölmüş olacağımız zamanlar.” (sf. 22)

“Dil, insanın özgürlük alanı olduğu kadar hapishanesidir de. Dünyayı kendi dilinin sesi, duygusu ve anlamı ile kavrayan kişi, farkında olsun olmasın, insana ilişkin her şeyi diliyle sonsuzluğa çeviriyordur. Okuduğu, yazdığı ve konuştuğu sürece, hemen her saniye, dünyayı dile dönüştürüyordur. Bunun öteki ucu da, okuduğu yazdığı ve konuştuğu sürece, dilini durmadan dünyaya giydirmek demektir. Ne kadar bildik şeyleri yinelerse yinelesin, kurduğu cümle ne kadar basit bir ihtiyacı karşılıyor olursa olsun, dil ile dünya arasındaki bu varoluş ilişkisi, kaçınılmaz olarak bir yaratıcılık ya da en azından bir yenilik içerecektir: O çok bildik şeye insanın kendin eklemesi ya da o durumu kendi zamanına taşıması şeklinde bir yenilik olacaktır bu. Dil ile dünyanın, dünya ile dilin sınırlarını bir vurgu, tonlama ya da tını farkı kadar da olsa genişletip duracaktır. Algı alanını genişletecektir, anlam ve ses katmanlarını genişletecektir, haz ve acı olanaklarını genişletecektir. Ancak dil ile gerçekleştirilen bu yaratıcılık, ne kadar büyük, yeni ve bütün insanlığı kapsayan bir yaratıcılık olursa olsun, sadece o dil içinde gerçekleşmiş olacaktır. O dili bilmeyen insanlara bu yaratıcılığın ulaşması söz konusu olmayacaktır.” (sf. 53)


Aktaran: Ömer Ertürk

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir