Künye: Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Salâh Birsel, Sel Yayıncılık, Mart 2013, İstanbul.
***
Kadıköy’de oturduğu için köprüye çıkar çıkmaz tünelle Beyoğlu’na geçivermek ve Markiz’deki adalardan birine çekilmek kendine çok kolay gelir. Haldun yağışlı günlerde bile bu programı aksatmadan yürütür. Zaten o, Karaköy’e adımını atar atmaz yağmuru dindirmiş ve yaşamı boyunca hiç açmadığı siyah şemsiyesini sağ eline almış bulunur. Sol elinde de bir belge çantası vardır. Çantada her uğradığı yerde birilerine gösterilecek şeyler bulunur. Bunlar bir yabancı gazete kesiği, ya da Almanca bir kitap kabı -bu, kitabını bastıracaklara verilir- ya da tarihsel değeri bulunan bir fotoğraf ya da eşyadır. (Sf. 33)
Ahıskalı 100-200 sözcüklük kısa öyküler de yazar, bunları sahibi bulunduğu Ses dergisinde yayınlar. Birsel’in “dakikalık öykü” adını verdiği bu yazıları Yusuf çok önemser, onlarla bir takım gerekleri saptadığına inanır. (Sf. 63)
İki aya varmadan İstanbul’un ikiyüzlülüğü ortaya çıkacak ve 2 Aralık 1942 günü Rüştü (doğ. 1920), üç hafta önce Ortaköy mezarlığına, Boğaz’a bakan tepeye gömdüğü karısının yanına uzanmaya gidecek, Sabahattin Batur’la Salâh Birsel de hiç mi “eğlenceli” olmayan bu “gömme töreni”ne katılmak zorunda kalacaktır. (Sf. 77)
Ahmet Hamdi Tanpınar her vakit anlatacak bir şeyler bulur. Bir gün onunla Samim Kocagöz’ün de bulunduğu bir sırada “Abdülhak Hâmit’in Eşber’i filme alınabilir mi alınamaz mı?” yolunda bir tartışma çıkmış ve de dört saat sürmüştür. Sonunda konuşulanlar şu yargıya bağlanır: Eğer Amerikalılar iyi bir senaryo yapabilirse, alınabilir. (Sf. 82-83)
Birsel’e göre şiir sözcüklerden oluşur. Bunun bir biriktirme, bir yan yana getirme olayında ayrılması için bu birleştirme işinin “en güzel” biçimde gerçekleştirilmesi ve bir yaratıyla dayanması gerekir. (Sf. 95)
İfade aracımız olan sözcüklere gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız imişler gibi davranmak, onları uzviyetimizin bir parçaları olarak kabul etmek gerekir. (Sf. 116)
Şunu belleyin: Gerçek sanatçı halktan değişik bir yaratık değildir. O da günlük ekmeği ardından koşan gündelikçinin alınyazısını taşır. (Sf. 138)
Soyadı yasasından sonra Nurullah Berk’in soyadına da hayran kalmış ve hemen kendi soyadını (Birsen) atarak onun soyadını kullanmaya başlamıştır. Bu değiştirme bir kez İlhan’ın işine yarar ve Tan gazetesine götürdüğü bir yazı Nurullah Berk’in sanılıp yayınlanır. Ama İlhan yazısının parasını almak için gazeteye gittiği vakit durum anlaşılır. İlhan’ın yazısı da bir daha o gazeteye giremez. (Sf. 155)
Elit’e gelenlerin en kültürlüsü, en bilgilisi ise Cemil Meriç’tir. Fransızca’nın elenikasını bilir, gece gündüz de okur. Bu yüzden, gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirmiştir. Ne var, o buna hiç aldırmaz, odasında masanın üstüne sandalyeyi koyar, kendi de sandalyeye çıkarak kitabını, ampule 30 santim uzaklıkta okur. Bunu elektrik ampulünü aşağıya değin iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapar. Bunca parasız oluşunun nedeni ise eline geçen paranın tümünü kitaba yatırmasıdır. Cemil Meriç klasikleri okur. Kendisine bir şey sorduğunuz vakit de, size verdiği karşılığın filânca yazarın, filânca kitabının, filânca sayfasının, filânca satırında olduğunu belirtir. Söylediğinde de hiç yanılma olmaz. Ama bu başarıyı daha çok Voltaire’in kitaplarında sağlar. (Sf. 175)
Fahir, güldesteye yazdığı önsözde de yıkıcı nitelikli Yeni Şiir’in ilk örneklerine Nâzım Hikmet, Ercüment Behzat, Mümtüz Zeki’nin şiirlerinde rastladığını söyler ve şiirlerinde humour’a yer veren Orhan Veli’nin adına bağlı küçük bir toplumun yanlış olarak Yeni Şiir’in kurucusu sanıldığını ileri sürer. Ayrıca bu topluluğun çabuk üne kavuşmasının nedenini bunların sempatik olmayı bildiklerine ve “güzel”den çok “hoş” olan şiir yaratmalarına bağlar. (Sf. 183)
Yahya Kemal’in çevresinde oluşan topluluklarda şiir okuma büyük bir yer tutar. Şiir okumadığı vakit Yahya Kemal konuşuyor demektir. Çok güzel de konuşur. Lâle Çağını, İstanbul Fethini en can alacak noktalarıyla anlatır. (Sf. 193)
Biz bizden öncekileri beğenmedik. Yeniyi aradık. Sizler de kendinizden öncekileri beğenmeyeceksiniz. Bizi yuhalasanız bile edebiyat bundan kazançlı çıkar. (Sf. 220)
Yaşamak, daha iyi, daha bohem bir yaşam sürmek ön plana geçmişti. Öyle ki, artık 1960’dan sonra Baylan’da sanat ve edebiyattan söz açanla alay edilirdi. (Sf. 228)