Künye: Aforizmalar, Soren Kierkegaard, Çev: Nur Beier, Pinhan Yayıncılık, 3. Baskı, Temmuz 2020
***
Şair ne demektir? Bedbaht bir insan, kalbinde derin kederler saklar, ama dudaklar öyle biçimlenmiştir ki, aralarından dökülen iç çekişler ve feryatlar, kulağa hoş bir müzik gibi gelir. (…) insanlar şairin etrafına üşüşürler ve şöyle derler: hadi yine şarkı söylesene; demek istedikleri şudur, keşke yeni acılar ruhuna zulmetse, keşke dudakların yine önceki gibi biçimlense; zira feryatlar bizi sadece huzursuz etse de, müzik mest ediyor. (s. 11)
İngilizlerin evleri için dediğini*, ben kederim için diyorum: Kederim benim kalemdir. Birçoğu, keder sahibi olmayı yaşamın refahlarından sayar. (s. 18)
(*My home is my castle = Evim benim kalemdir veya herkesin evi kendi kalesidir.)
Bilinçle yapılan iyilikler için geçerli olan, bahtsızlıklar ve kederler için de geçerli olsaydı, yani nasıl ki iyilik sahipleri mükâfatlandırılıyorsa, keder sahipleri için de böyle olsaydı, o zaman en mutlu insan ben olurdum; çünkü tüm kaygıları peşinen üstlensem de, hepsi geri kalıyor. (s. 21)
Bu dünyadaki tüm gülünçlüklerin içinde bana en gülünç geleni, işi hep başından aşkın olmak, yemeği de davranışlarını da aceleye getiren bir adam olmak. Dolayısıyla, bir sineğin en kritik anda, böylesi bir iş adamının burnuna konduğunu, veya tam yanından, ondan daha hızlı geçip giden bir yük arabasının adamı leş ettiğini, veyahut Knippelsbro kalkınca ya da kafasına bir kiremit inince düşüp öldüğünü görünce, katıla katıla gülüyorum. Nasıl gülmeden durulabilir ki? Bu işleri başlarından aşkın hız ırgatları ne iş başarıyor acaba? Onların başına da, evde yangın var diye ödü kopunca ilk iş ateş maşasını kapıp kurtaran o kadının başına gelenler gelmiyor mu? (s. 26)
İnsan yalnız başkalarına karşı değil, kendine karşı da akıl ermez olabilmeli. Kendimi inceliyorum; bundan yorulunca, zaman öldürmek için bir sigara yakıyorum ve düşünüyorum; Tanrı bilir, Yaradanım benimle ne demek istedi, veyahut benden ne ortaya çıkaracak, diye düşünüyorum. (s. 33)
İnsanların kafasındaki düşünceler ince ve kırılgan, (…) yüreklerindekilerse, günahkâr olamayacak kadar süfli. (…) Bundandır ki canım hep geriye, Eski Ahit’e ve Shakespeare’e dönmek istiyor. İnsan bari orada konuşanların insan olduğunu hissediyor, orada nefret ediliyor, sevdalanılıyor, düşman öldürülüyor, çoluk çocuğa, soya sopa bela okunuyor, orada günah işleniyor. (s. 35)
Neyse ki tabiatta insan onurunun hâlâ bir saygınlığı var, kuşları ağaçlardan uzak tutmak için, insanı andıran bir şey dikiliyor, hatta korkuluk gibi insanla uzaktan yakından benzerliği olmayan bir şey bile saygı uyandırmaya kâfi. (s. 37)
Hayat nasıl da boş ve anlamsız. – Birini defnediyorsunuz; toprağa yolcu ediyorsunuz, üzerine üç kürek toprak atıyorsunuz; faytonla gidip, faytonla eve dönüyorsunuz; önünüzde uzun bir hayat var diye kendi kendinizi avutuyorsunuz. 7×10 yıl ne kadar uzun ki? Neden herşeyi bir kerede halletmiyorsunuz, niçin orada kalıp, birlikte mezara girmiyor, felaketin kime çarpacağına dair kura çekmiyorsunuz, bir evvel ölenin üzerine üç kürek toprak atacak son yaşayan kişi olmak için? (s. 39)
Bir tiyatronun kulisinde yangın çıkmıştı. Bir soytarı sahneye çıkıp seyircileri durumdan haberdar etti. Herkes de şaka söylüyor sandı, bir alkış koptu; soytarı yine aynı şeyi tekrarladı; alkışlar daha da arttı. Ben dünyanın da işte böyle, söylenenin bir şaka olduğunu sanan cin fikirli şaka severlerin sıradan alkışları altında yerle bir olacağını düşünüyorum. (s. 43)
Asıl haz, haz alınan şeyde yatmıyor; onu fıkren arzulamada yatıyor. Hizmetimde naçiz bir cin olsaydı da, bir bardak su getirmesini emrettiğimde, o bana onun yerine, dünyanın en değerli şaraplarını bir kadehde karıştırırak hazırladığı leziz karışımı sunsaydı, onu kovardım, ta ki hazzın, neden haz aldığımda değil, istediğimi elde etmede yattığını öğrenene dek. (s. 45)
Gerekçe, aslında tuhaf bir şey; tüm şevkimle baktığımda, yeri göğü yerinden oynatabilecek kadar müthiş bir gereklilik boyutuna yükseliyor da, içimde şevk yoksa, ona haince tepeden bakıyorum. Beni yardımcı profesörlük görevimden istifaya sevk eden asıl gerekçenin ne olduğu üzerinde uzun süredir kafa yoruyorum. Şimdi düşününce, bu görev tam bana göreymiş gibi geliyor. Bugün birden kafama dank etti; tek gerekçe, kendimi o görev için biçilmiş kaftan saymamda yatıyordu. Eğer o göreve devam etseydim, kaybedeceğim çok şey vardı ama kazanacağım hiçbir şey yoktu. Dolayısıyla, oradan ayrılıp, gezgin bir tiyatro kumpanyasına katılmayı uygun buldum, şu gerekçeyle: bu işte hiçbir yeteneğim yoktu, demek ki kazanacağım çok şey vardı. (s. 49)
Aktaran: Oğuzhan Yılmaz