Uykunun ateş çemberinden geçmek çetrefil bir iş… Ne ki, güneş ve ay beni bir akrobata çevirdi. Bir aslan terbiyecisi oldum. Bir labut çevirme ustası, pofuduk burunlu bir hacıyatmaz oldum. İnsan türünün acı-travma soslu ortalama ruhu merinos koyunlarını çitlerden atlatırken, benim bir türlü kafesinden çıkamayan korkak ruhum açlıktan parendeler atan aslanları saydı. Karanlıktan korkan bir çocuk gibi korktum onlardan. Sıtmanın durgun tenden yavaş yavaş demir alması gibi; korku, uykuya geçiş sürecinde pornografik bir güven duygusunu imledi. Ehlileşmemiş olanın çekimi, kan kokusu… Belki de bu yüzden… Öteden beri vahşi yırtıcılara karşı onulmaz bir ilgi duydum.
Yıllar içerisinde uykunun saydam, geçişken doğasında bir yarık açıp, ana gövdeyi kuşatan çeperin içerisine girebilmek için çok özel teknikler geliştirdim. En özellerinden biri de şüphesiz sesli kitaplar… Dinlerken uyuyakaldığım öykülerin altına yazılan yorumları okuyunca, telif hakkı kaldırılmış metinleri dinleyerek uyuyakalmaya çalışan kanonik bir tarikatın mensubu olduğumu geçte olsa anladım. Çokta özel bir teknik değilmiş demek ki… Komik, çok komik… Acınası yazgımız, kendi elimizin kavsiyle alnımızda patlayan bir tokat kadar komik. Buna mukabil, insanların acılarının özel olduğu görüşünden de yeteri kadar emin değilim. Doğru bildiğimiz pek çok yanlış gibi bu da felsefî bir fetiş olabilir. Mutluyken paylaşımcı ve irrasyonel (aptal) olabiliyorsak, pekâlâ acı çekerken de sıradan ve aynî olabiliriz. Bu bahsi diğer… Asıl konu, uyumak için kitapları kullanan vasat bir okur olduğum. Hücreleri geç modernleştiği için hücre zarı da geç çatlayan tüm atom parçacıkları gibi benim beynim de izlemeyi ve dinlemeyi daha makul bir seçenek olarak değerlendiriyor. Çok okumayı övmüyorum. Sevgili Schopenhauer ve ardı arkası kesilmeyen sakatlıkların ardından genç yaşta sahalara veda eden Danimarkalı forvet Kierkegaard de övmüyor. Ama onlar erken modernleşen aristokrat kökenli mirasyediler oldukları için istedikleri şeyi övüp istedikleri şeyi yerme hakkına sahipler.
Gelgelelim, pek çok iyi yazarla sözünü ettiğim bu sesli kitaplar sayesinde tanıştığımı itiraf etmeliyim. YouTube Premium üyeliğinin en büyük armağanlarından biri bu sesli kitaplara davudî sesiyle hayat veren Akın Altan’dır. Kendisine büyük bir minnetle şükranlarımı sunuyorum.
Kıymetli seslendirme sanatçımız Akın Bey vesilesiyle kimlerle beşlik bozup kimlerle birdirbir oynamadım ki?
En başta Jack London… Adamım! Hiç mütevazı olamayacağım, Amerikan Western tarihinin iliğinin suyunu çıkarmış bir sinemasever olarak London’ın kurguladığı dünyaya zaten aşinaydım. Metinlere uyum sağlamak hiçte zor olmadı. Meksika sınırında kurşuna dizilenlerden bazıları şunlardı: Beyaz Diş, Kaçınılmaz Beyaz Adam, Lit-Lit’in Evlenmesi, Korkunç Solomonlar… Yaralı Yüz ve Ateş Yakmak gibi uykuluk pirzolalarla acıkan ruhumun don lastiğini enine boyuna genişlettim.
İkinci adam, Bolşevik bozkırlarının çakır gözlü delikanlısı; Maksim Gorki… Girizgâh bölümlerinde tumturaklı tasvirler yapsa da sevgili Gorki’ciğimin sir ağdalı gündüz düşleri ne anlattığını bilen iyi bir yazar için affedilebilir kusurlardandı. Zaten en başından affetmiştim Gorki’yi… Tolstoy, Turgenyev ve Gorki’yi okuyunca; hiç konuşamasaydım da Rusça başta olmak üzere tüm dillerde yazılan kitapları okuyabilseydim diyorum. Çiçek bozuğu yüzünden yere düşen bazı yapraklar; Bozkırda, Çelkaş, Gümüş Kopçalar…
Andrey Platanov da karneyle ekmek alanlar sırasında. Onun öykülerini de çok seviyorum. Muhteşem Vahşi Dünyada istisnai bir kaide olarak belleğin dehlizlerinde volta atmaya devam ediyor.
Andrey Platonov, Luigi Pirandello, Arkadi Averçenko, İzak Babel, Mihail Bulgakov, Roald Dahl, James Baldwin de ismini duyup cismine aşina olmadığım adamlardı. Hepsiyle helalleştim.
Yine Akın Bey vesilesiyle Cesar Pavese’nin Irmağın Sözleri öyküsünden Evler’ine, kâgir evlerin asma bahçelerinden Yaşama Uğraşı’na doğru sakin kır yürüyüşlerine çıktım. Şiirleri tartıya gelmez. Güç kuvvet bulursam yeni bir hayata tutunma teşebbüsünün işletme sermayesi olarak soğuk kış günleri için ambarımda saklıyorum. Pavese tafsilat isteyen patolojik bir vakıa… Baştan ayağa hüzünlü bir öykü… Nedir, lanetli kadınların gergefinde 21 adet uyku hapıyla hitama eriyor yaşama uğraşı…
Yaşama uğraşında devre arasına gittiğim bir dönemde, nihayet Knut Hamsun’la da tanışma şerefine nail oldum. Taşraya çark ettiğim günlerde rot balans cıvatalarımı yağlayan çok özel bir kitapla selamladı beni üstat: Dünya Nimeti. İnatçı İsak’ın akıl almaz mücadelesi, yerini yadırgayan, eğitimli çocukları, altın tacirleri, kötü kalpli komşuları ve cahil karısı İnger’la kurak toprakları verimli bir cennet parçası haline getirmeleri… Çorak Norveç topraklarını sulayan pıhtılaşmış kanın kekremsi tadı şimdi bile damağımdadır. Okuduğum en epik romanlardan biri, şüphesiz Dünya Nimeti’ydi.
Karla karışık zemheri ayazları için kemik suyunu çıkardığım bir romanı daha var Hamsun’ın… Onu ekmeğe ve şöhrete kavuşturan ilk göz ağrısı…
Benimse son karın ağrım: Açlık!
Bir tefrika roman olarak ilk defa 1888’de Ny. Jord Dergisinde müstear isimle neşredilen metin; Norveççe orijinal ismi “Sult” serlevhasıyla 1890’da kitap olarak basılmış. 20’den fazla da dile çevrilmiş. Metni Türkçe’nin imbiğinden geçiren ilk civanmert Peyami Safa. 34’te Resimli Ay Matbaası tarafından Misâk-ı Millî sınırlarında okuma açlığından karnına taş bağlayan yurttaşlarımıza postalanmış. 1956 yılında Behçet Necatigil’in hokkasından gömleğine damlayan mürekkep, Varlık Yayınlarınca Arap sabunlarıyla çitilenmiş, Edirne’den Hakkâri’ye tekrar postalanmış. Günümüzde eserin telif hakkı; hak kavramının tamamıyla kadınlara tevdi edilmesinden ötürü pek çok yayınevi tarafından, yeni çevirilerle tekrar neşrediliyor. Bendeniz; Deniz Canefe ve Haydar Şahin çevirisiyle; Can Yayınları modern serisinden temin ettim. Ziyadesiyle de istifade ettim. Âdetim olduğu üzere, kitabın film uyarlamalarına da tebelleş oldum. Maşallah 72 millet üşenmemiş çekmiş. Açlığın kitabını yazmış bir millet olarak bizimkiler film işine pek tenezzül etmemişler… 1966’da Henning Carlsen yönetmenliğinde çekilen; Danimarka, Norveç ve İsveç ortak yapımı “Sult” ve Maria Giese yönetmenliğinde 2001’de çekilen; ABD yapımı “Hunger” filmlerini izleyerek atıştırabilir, açlığınızı yatıştırabilirsiniz.
Evet, Açlık…
20. yüzyılın köpek dişli ağzını açıp esnemesine ramak kala, bugün Oslo diye bildiğimiz Norveç’in başkenti Kristiania’da geçiyor hikâye. Başkahramanımız parasızlıktan üniversite eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan genç bir adam. (Lisans eğitimini bitirmişte olabilir, ipucu vermiyor yazar. Tek bir kurşun kalemle üç ciltlik bir felsefe doktorası yazdığını iddia etmesi tezimi güçlendiriyor.) Yoksul ve kültürlü olduğu için gururlu, gururlu ve isyankâr olduğu için yoksul bir adam. Yazarlıktan gelen para istisna, geçinmek için çalışmayı şiddetle reddediyor. Açlıktan eriyip yittikçe zihinsel fonksiyonları çöküyor ve iyiden iyiye hastalanıyor. Yoklukta da varlıkta da cömert. Dışarıya karşı bıçak gibi sert… Ayakları üzerinde sapasağlam durmaya çalışsa da projeksiyona yansıttığı rasyonellik çabası, bir yanılsamadan ibaret. İster istemez tüm eylemleri gerçek hayat karşısında bir yarı-delinin heyulasına dönüşüyor sonunda.
Hamsun’ın güzellikle kurduğu sarsılmaz bağ, Maksim Gorki’ye göre sadeliğinde gizli. Gazeteye verdiği bir mülakatta şöyle diyor Gorki, “Üslubu dış görünüşüyle ihtişam ve süsten uzaktır. Güzellik onun sadeliğinde gizlidir… Anlatırken felsefe yapar. Ama onun önceden ne diyeceğini kestirmeye çalışmak boşunadır. Ahlaki bir dogma, sosyal bir hipotez ortaya atmaz. Onun düşünceleri bir ideal kadar hürdür.”
Yarı-otobiyografik kitapta Hamsun; ismini -arada bir yoklayan ama hiç peşini bırakmayan bir karabasanın içsesi istisna- hiçbir yerde fısıldamıyor kulağımıza. Kent yaşamının keşmekeşinde, yoklukla mücadele eden bir gencin çıfıt çarşısına dönen zihninin tutarsızlığını; bazen duygusal bazen de mizahi bir dille okuyoruz. Öleceğini bilse, yine de hak etmediği parayı asla kabul etmeyen bir gencin…
Hamsun’la alakalı okuduğum metinlerin neredeyse tümünde bir Dostoyevski mülahazasına da rastladım. Bu yüzden teleskobumu evvela Anadolu’ya sonra da Rusya steplerine çevirmek istiyorum.
Cumhuriyetin ilanından sonra Maarif Vekâleti merhum Özal’ın Türk tipi kapitalizmi icat edeceğini öngörmüş olacak ki; evvela müfredat denilen garabeti bulmuş. Ardından, “Madem elimizde müfredat denilen bir araç var, niçin İstiklal Harbinden sonra şanzımanı dağılan nesilleri bu müfredat dâhilinde hazırlayacağımız zorlu sınavlarla kamu kurumlarına almayalım!” dâhiyane fikri bulunmuş. Harf inkılabından sonra yazılan kalburüstü eserler de belli edebi türler içinde yeniden tasnif edilmiş…
Ulus devlet olma yolunda hızla ilerleyen genç beyinlere ilk psikolojik roman diye yutturulan, Mehmet Rauf’un Eylül’ü bu dört başı mamur kitaplardan biri.
20. yüzyılın edebi açılışı olarak deklare edilen Açlık ise, çok büyük bir eser olmakla birlikte, bana kalırsa sırf Nobel Edebiyat Ödülü’nü Batı Avrupa uluslarına mal etmek adına “Yüzyılın ilk büyük modern ve psikolojik kitabı” olarak dünyada ve çevre gezegenlerde pazarlanmış. Bir aklı evvel de çıkıp, acaba o sırada ucuz psikolojik romanların yazarı, berduş, ayyaş, kumarbaz Dostoyevski ne haltlar yiyordu, dememiş!
Hamsun’u psikolojik derinlik üzerinden Dostoyevski ile kıyaslamak manasızdır. Sonra, Hamsun’a bir üstünlük izafe etmek saçmalığın daniskasıdır. Psikolojik derinlik söz konusu olduğunda Dostoyevski gibi bir dehayı es geçmek ise aymazlıktır. Muasırı olan ve bence gelmiş geçmiş en büyük romancı olan Dostoyevski’nin edebi külliyatı ortadayken Hamsun’a bu payeyi hamletmek; ya yüzyılın başında peyda olan kültür hegemonyasıyla yahut uluslararası ekonomi politikasıyla açıklanabilir. Nedir, Rusya şark toplumudur, soğuktur, gariptir. Buna mukabil Dostoyevski Hamsun’a göre çok daha girift bir yazardır. Çok daha karanlıktır. Dil zevki ve çözümlemeleri zirvededir. Hamsun’a göre melankolik ve umutsuz karakterler çizer. Gogol’un karanlık Palto’sundan çıkıp ışığa ulaşmak isteyen bedbin ruhun çözümlemesi de ona göredir… İnsan ruhunun derinliği söz konusu olduğunda, oksijen tüpleri olmadan kendini Sibirya’nın buz gibi sularına bırakabilen başka bir yazara daha rastlamadım.
Hamsun’ı okuduğum diğer yazarlardan ayıran en belirgin özelliği, Gorki’nin kırmızı kalemle altını çizdiği vasfı, kendine özgü sadeliği. Sadelikte sakladığı esrarengiz kimya… Hem üslubuna hem hayatına hem de hayallerine yansıyan bir sadelik.
Nedir bu sadelik? Fermuarlarını açayım…
Yazmak, bir bakıma sesi dışarıya vermektir. Her ses bir harfe kalp olur. Harfler hecelere, heceler kelimelere, kelimeler anlamlı bütünü oluşturan cümlelere, cümleler yekûnu oluşturan paragraflara… Nihayet sessiz bir çığlıkla neşvünema bulan koca bir kitaba… Parçada bütünü aramayan, yazdığı metnin bir ideası olmayan yazarlar bu noksanlarını üslupla kapatma eğilimine girerler. Sözü fazla, üslubu ağdalı olup, kurguda derinleşen ve tutarlı bir bütünlük oluşturan yazarları yok saymıyorum. Kimisi, hâza dili için de okunur. Kırklar denizine dümen kırdığım şu günlerde bunca kakofoniyi lüzumsuz görüyorum. Hamsun’ın sadeliğini, yarı-kurgusal bir metinde gerçeklikten kopmayışın sonucu olarak algılıyorum. Estetik kaygısı olmayan bir nedensellik… Gerçek orada, bir taş kadar ağır! Açlık genel itibariyle yatay yönlü ilerlese de; felsefesi dikey yönlü bir omurga üzerinden okunabiliyor. Hamsun, gündelik varoluşu ilk bakışta basit gibi görülen kelimelere ustalıkla giydirebiliyor. Metnin iskeletini oluşturan fikri kitabın bütününe yayarak okurun yüreğini kanatabiliyor.
Tersten okursak, sadeliği tevarüs eden zihin seti; kurguyu var eden sebeplerin ta kendisini oluşturuyor. Yani Açlık, otobiyografik bir eser ve kahramanımız Hamsun’ın ta kendisi!
Bir kavram olarak özünde açlık, yokluğu imler. Dilin imkânları bir yana, belki de kitap bu yüzden sade. Kaldı ki yokluğun, yoksulluğun romanı bunca kelimeyle nasıl anlatılacaktı?
Metnin ikinci belirgin özelliği; insan-eşya, ruh-nesne diyalektiğini açlık üzerinden tartışması… Kitabın kahramanı esasen zihinsel bir açlık çekiyor. Fiziki açlığı ise tedrici, zorunlu ve kısmen bilinçli… Yazarak geçinebilmek için beden işlerinde geçinmeyi reddediyor. İnatçı. Bazen şiddetli açlık bilincini tamamen kapattığı için, kahramanımızı ya bilinçaltına yahut bilincin üst katlarına; deliliğin sınırına taşıyor Hamsun.
Sıradan bir okuma eyleminde, sade bir üslupla ilerlediğini sandığımız metin, dikkatsiz okura bir kuru ekmekten fazlasını vadetmiyor. Tam o sırada yolda bulduğu bir tahta parçasını iştahla kemiren yazar şöyle sesleniyor okura: Düşüncelerim bir kez daha dörtnala başıboş koşmaya başladı. Gelişigüzel konuşup durduğumu biliyordum ve ağzımdan çıkan her sözü işitip anlıyordum. Yine saçmalıyorsun, diye çıkıştım kendime. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Uyanık yatıp uykuda konuşmak gibiydi. Kafam tüy gibi hafifti, bedenimde ne bir ağrı ne bir sıkışıklık vardı ve ruhum gölgelerden sıyrılmıştı. Hiç direnç göstermeden kendimi akışa bıraktım.”
Hamsun’ın beni cezbeden diğer özelliği, umudu asla elden bırakmaması. İnatla direnen bir yaşama arzusu onu bazen yabanıl bir hayvana dönüştürse de; entelektüel nahifliği ve nezaketi hep alnından bir karış önde ilerliyor. Ne olursa olsun, kahramanımız yoluna hep ümitle devam ediyor. Avrupalı pek çok çağdaşı gibi Tanrı’yı katletmiyor Hamsun… İnsanın bazen isyan, bazen nisyanla malul bir mahlûk olduğunu kitap boyunca okurlarına hatırlatıyor. Yüksek ateş altında, sara nöbetlerinde tir tir titreyen canlı bir cenaze; bazen o kutsal ruha sövüp sayarken buluyor kendini. Sonra pişmanlığın ateşi, haşyetle yüzünü Tanrı’ya dönerken, gözyaşlarıyla söndürüyor yangını. Bulanık bir sis perdesinin ardından, yeni bir ismin tecellisini hasretle ve hayretle seyre dalıyoruz.
Sözde ideolojik, eğri büğrü bir vesika yüzünden 15 yıla mahkûm edilen büyük romancımız Kemal Tahir’e de rastladım Hamsun’ın yazgısında. İkisi de umudu elden bırakmayan, zor zamanlarda gülümseyen, mütebessim adamlardı… Tahir’in muzip bakışları, muharebe çukurlarında, yokluktan oruç tutan askerlerin aynalı martinlerinde, bir görünüp bir kayboldu ara sıra… Onları doğuran, büyüten, sonra köklerinden söküp çıkaran acımasız bahçıvana; yeşerip serpildikleri o mümbit topraklara olan inançlarını kaybetmemeleri, mukavemetle ayakta durmaları, aynı ruhta birleşen farklı bedenlerin sessiz çığlıklarıydı benim için.
Aynı zamanda bir kopuşun romanı Açlık… Biteviye bilincin korkunç derinliklerine inen zihinsel güçle, başarmaya duyduğu açlık yüzünden yokluğun sınırlarında gezen eşyayı (gitgide kanı çekilen insan bedenini) bir birinden ayırdı. Batının tevarüs ettiği hümanist edebiyat geleneği ile insan ruhunun en nemli, en ulaşılmaz yerlerine dokunan yepyeni bir anlatım biçimini bir birinden ayırdı.
Fermuarı kapatırken, kitabın ilk cümlesine, yeryüzüne alevler püskürten fay hattına tekrar merhaba demek istiyorum. Okuduğum çeviride şöyle başlıyordu kitap: “O sıralar Kristiania’da, gelip geçende izler bırakan bu ilginç kentte, başıboş dolanıyor ve açlık çekiyordum…” Elime geçen başka bir çeviride ise şöyle başlıyor: “Kristiana’da aç aç gezindiğim zamanlardı, kimsenin tokat yemeden terk etmediği o acayip şehirde…”
Açlığım hitama ersin diye, ikincisini seçiyorum ben. Açlık, hak ettiği bir suçtan hüküm giyen zavallı bir ruhun hak etmediği bir tokat kadar dehşetliydi çünkü.
Bahadır Dadak
7 Yorum