1890’larda İstanbul

Künye: 1890’larda İstanbul, Francis Marion-Crawford, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 8.Basım, İstanbul, 2020.

***

Binlerce yıldan daha uzun süre bir imparatorluğa başkent olmuş bir şehrin yirmi dört saat içinde, mağlup edilenlerinkinden tamamıyla farklı bir dile, rakip bir dine ve geleneklere sahip bir millet tarafından kurulup geliştirilen bir devlete başkent olması, tarihte sık rastlanan bir olay değildir. II. Mehmet’in fethini izleyen değişiklikler ani olduğu kadar çok da büyük olmuş olmalıydı. Ve yaptıkları Fatih’e büyük itibar kazandırmıştı. O günden bugüne Kostantiniye’de Hıristiyan veya Yahudilere hiçbir şekilde zulüm veya eziyet yapılmadığına inanıyorum. (s. 7)

Türkler Hıristiyan kiliselerini bir ibadethane modeli olarak gördüğü için, pek çok Türk camisi Ayasofya’nın az çok benzeridir. (s. 8)

Osmanlılar bir gün geldikleri Asya’nın karanlığına gömülse ve Kostantiniye’ye yeni bir ad verilse bile, bu şehir her zaman Doğu’nun başkenti ve Asya’nın altın anahtarı olarak kalacak. Pek çok tacın göz diktiği bu nadide mücevher uğruna açgözlü ülkeler ebediyete kadar aralarında çekişip duracaklar. (s. 9)

Dünyada bu kadar farklı insanın bir araya toplandığı, birbirleriyle ve yabancılarla omuz omuza yaşadığı başka hiçbir şehir yoktur. Avrupa ile Asya’nın her milleti burada temsil edilmektedir. (s. 10)

Türk aslında güzel nitelikleri olan biridir ve dünyanın üstün, egemen ırklarından birine dâhildir. (s. 12)

Genellikle açık tenli, mavi gözlü, olağanüstü güçlü ve çok dayanıklıdır. İçki içmez, temizdir ve kendi zararına olacak derecede dürüsttür. Onu sürekli olarak sömüren kurnaz Rumların ve Ermenilerin dengi değildir. Doğu’da yaygın bir söz vardır, derler ki bir Ermeni’yi kandırmak için on Yahudi, bir İranlı’yı kandırmak içinse on Ermeni gerekir. Katıksız Türk’ün böyle kimseler karşısında hiç şansı yoktur, olsa olsa diğerlerinin sıradan bir Hintli karşısında sahip olacakları kadar şansı vardır. Bu gerçek, Kostantiniye’de görülen olağanüstü ırk karışımını açıklıyor. (s. 12)

Göze ilk çarpan fesin egemenliği. Tepesi budanmış parlak kırmızı yüzlerce küçük huni oradan oraya koşturuyor sanki. Hepsi tıpatıp birbirine benzeyen ve aşağı yukarı aynı boyda kırmız böceği kümeleri gibi vızır vızır mekik dokuyorlar. Fes “Islahatçı” olarak tanınan II. Mahmut tarafından ülkenin resmi başlığı kabul edilmiş. (s. 15)

Askeri üniformalar Alman ordusunda giyinenlerin yakın bir taklidi. Sivillerin kıyafetleri ise Batı Avrupa’da moda sayılanların pek de mükemmel olmayan kopyaları. (s. 16)

Vakur adımlar ve zarif hareketlerle yürüyen molla hiç şüphesiz kıyafetindeki estetik üstünlüğün farkında. Sarığı yeşilse peygamber soyundan ve bu soydan gelenler, geçmişte Hz. İbrahim’e vaat edildiği gibi, denizdeki kum taneleri kadar çok. Böylesine soylu bir kökene sahip olma iddialarının büyük kısmı gerçek. Bu yeşil alametifarika babadan oğula devredildiği için hakkı olmayan biri tarafından -o da eğer doğduğu yerden ayrılıp gelmiş bir muhacir değilse- sahiplenebilme ihtimali çok zayıf. (s. 16)

Eski moda peçenin kullanımdan kalkmasıyla Kostantiniye sokaklarından büyük bir hayal de yok olmuş. O peçede gizemli bir şey vardı. O iki opak beyaz geniş bandın arasından, sadece kendi başlarına görüldüklerinde, o kara gözler öylesine siyah, öylesine derin ve hülyalı bakardı ki… O günlerde her yaşmak, hayallerdeki güzelliği saklardı. Şimdiyse yokluğunda, solgun ve taravetten yoksun yüzlerin çirkinliği ortalığa dökülmüş durumda. İnsan günümüzdeki haremlerde ayna kullanma alışkanlığı olup olmadığından bile şüphe ediyor. (s. 17)

Kostantiniye’ye her giden Kariye Camii’ni ziyaret eder. Zengin freskler ve mozaiklerle bezenmiş bu küçük fakat çok eski kilise, bir zamanlar Yunancada “Kır Manastırı” olarak anılırmış. Buranın görevlisi halis bir Türk; buğday tenli, sarı saçlı, mavi gözlü aydın bir kişi. Başındaki yeşil sarık peygamber soyundan geldiğine işaret ediyor. Biraz Fransızcası da var. O da camisinin arkeolojisiyle sizin kadar ilgili. Binada devamlı yapılan tamiratlar ve duvarlardaki mozaiklerin badanadan temizlenmesi çoğunlukla onun sayesinde. (s. 41)

Çoğu Doğu şehrinde olduğu gibi Kostantiniye’de iki farklı yaşam tarzı var, dışarıdaki ve evdeki. Türklerin çoğu evlerinden sabah çıkıp işleri bittikten sonra ikindi vakti evlerine dönerler. Gün boyunca dışarıda yahut çarşılardadırlar. Ancak Türkler işini bitirir bitirmez evlerine gider. Onu aradığınızda size haremde olduğu ve rahatsız edilemeyeceği söylenir. Hatta hizmetkârları geldiğinizi haber vermeyi bile reddeder. Kendisini görmeniz şart ise müsait olacağı zamana kadar selamlıkta bekleyebilirsiniz. Erkek misafirlerin kabul edildiği selamlık her Türk evinde mevcuttur ve onun ötesi gizemli harem bölümleridir. “Harem” kelimesinin çağdaş anlamı “özel daire”dir ve sadece erkeklerin yaşadığı bekâr evlerinde bile aynı isimle anılır. (s. 46)

İtalya’dan gelince insan yiyecek ve içecek satan bütün bu seyyar satıcıların aşırı temizliğine ve sattıkları şeylerin gerçekten iştah kabartan görüntüsüne hayran kalıyor. (s. 49)

Uygarlık Kostantiniye’de bayağı ileri seviyededir, çünkü her müşteri yemeği ile birlikte çatal ve bıçak verilmesini bekler ve ikisini de kullanır. İran’da müşteriye parmaklarının takviyesine de ihtiyaç duyacağı bir parça mayasız ekmek veriliyor. Ben kendi açımdan parmakların beslenme için çataldan daha uygun olduğunu ve onları yıkadığımı biliyorum hâlbuki umumi yerlerdeki çatalların yıkandıklarından bile emin olamayacağım gibi, nasıl kullanılmış olduklarını düşünmek bile istemem. Başka birinin diş fırçasını kullanmaktansa her türlü sıkıntı çekmeye hazır olmamıza rağmen, bütün dünyanın kullandığı çatalı kullanmaktan çekinmeyiz. Bu da zahiri kibarlıklarımızın çoğunun boş ve anlamsız olduğunu ispatlar. (s. 50)

Türkler evlerinden uzaktayken göçebe ruhludur ve muntazam yemek saatlerine karşı kayıtsızdır. Hâlbuki evdeki akşam yemeği önem verdiği ve ciddiyet gerektiren pederşahi bir gelenektir. Hâlâ her akşam selamlığına bir sofranın kurulduğu ve zengin yoksul gelen herkese ikramda bulunulan Türk evleri var. Her gelen sofraya buyur edilir ve konumuna göre, eğer evin efendisinin sınıfından ise onun masasında, daha alt sınıftan ise salonun ucuna doğru bir başka masada yer gösterilir. (s. 53)

Aktaran: Cenk Baran

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir