Vehim Gücü

Hakk’ın hatta âlemdeki her bir varlığın hakikati aklın vehimleriyle ve vehim güçleriyle[1] bilinemez. Zîra vehim gücü, insan memleketindeki enfüsî İblis’tir ve işi çoğunlukla bir şeyi hakîkati hilâfına idrak etmektir. Görmez misin ki, vehim gücü Bârî Teâlâ’ya ortak tasavvur eder, kendisi mahza mümteni (imkânsız) ve mutlak yokluk olduğu halde Hakk’ın mümteni olması için hüccetler ve deliller talep eder. İblis’e bak ki, Âdem ilâhî ve kevnî mertebeleri kendisinde topladığı, ubûdiyet ve rubûbiyet sırrını taşıdığı halde Âdem’in yüceliğini görmede, tüm âleme üstünlüğünü idrak etmede basîreti nasıl da kör oldu. Lânetlenmiş İblis kendisini Âdem’den daha hayırlı zannetti. Ona secde etmekten yüz çevirdi, büyüklük tasladı. Son derece câhil, ahmak ve sapkın olduğundan duyu âleminin ötesindeki âlemlerin varlığından uzak kaldı. Bâtıl düşüncesi ve yanlış zannı sebebiyle gâibi şâhide kıyasladı.[2] Hatta Hakk’ı hakîkatiyle kuşatmayı istedi. Oysa Hak, onu ve her şeyi zât, sıfat ve ilim açısından kuşatmıştır. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi? Dikkat edin onlar, Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. Bilesiniz ki O, her şeyi kuşatmıştır.”[3] Diğer yandan kuşatılanın (muhât) kuşatıcıyı (muhît) kuşatmasının (ihâta) imkânsız olduğunu bilmez. Bu nedenle tabîatçı filozoflar, dehrîler, zındıklar ve mülhitler Allah’ın kuşatılacağını, akıl ve vehimle bilineceğini zannetmekle helâk olmuşlardır.

Onlardan bâzısı soyut şeylerin (mücerredât) varlığını, emir âlemini,[4] melekûtu ve latifliği inkâr ettiler: Ve dediler ki: “Mülk ve kesâfet (yoğunluk) âlemindeki görülen şeyden başka bir şey yoktur.” Onlar peygamberlerin ve velilerin hârikulâde işlerini tevil ettiler ve Kâdir-i Mutlak’ın mutlak kudretini yok saydılar. Allah korusun!

Onlardan bâzısı da âlemlerden ve mertebelerden münezzeh mutlak varlığın mutlaklığını reddettiler. O, zâtı ve ilmiyle âlemdeki bütün varlıkları kuşattığı hâlde, O’nun bütün mümkün varlıklardan münezzeh olmasını inkâr ettiler. Ve Hakk’ın mutlak ve zorunlu varlığını, “küllî ve tabiî” zannettiler. Dediler ki: “Genelin varlığı yoktur, varlık ancak özel ve tekil şeylerdedir.” Ve dediler ki: “Meyve ve ağaç ancak tohumdan biter. Tohum ise ancak meyvededir.” Bu bâtıl kıyasla tüm şeylerin Allah’ın sıfatlarının ayn’ı, sıfatlarının zâtında, zâtının da sıfatlarında olduğunu, Allah’ın mutlak zâtının sıfatları kuşatıcı olduğunu ve onlarla sınırlandığını, zâtının sıfatlarından münezzeh bir mutlaklık mertebesi olmadığını, aynı şekilde zât-ı ahadiyetinin kadîm, sıfatlarının da kadîm, dolayısıyla âlemin de kâdim olduğunu zannettiler.

Onlardan bâzısı, mümkün, geçici ve sonradan olma varlıkların zâtlarını Hakk’ın mutlak varlığının ayn’ı sandılar ve mazharların da zâhir olduğunu zannettiler. Böylelikle Evvel ve Âhir olan zorunlu varlığa karşı gözleri köreldi.

Bâzıları da mutlak varlığı sâdece zihindeki varlık olarak zannettiler. Bunun sebebi varlığın ya dışta ya da zihinde olduğunu, ikisi arasında üçüncü bir varlık şıkkının bulunmadığını, yokluk ile mülk arasında herhangi bir vâsıta olmadığını düşünmeleridir: Böylelikle onlar varlık olmak bakımından varlık mefhûmunun ne dışta ne zihinde, ne özel ne genel olduğunu idrak etmediler. Oysa bütün bunlar varlığın türevlerinden biridir. Kendisi olmaklığı bakımından zorunlu varlık her şeyi kuşatmak, her şeyde tecellî etmek ve her şeyden müstağnî olmakla birlikte mutlaklık, mukayyetlik, taayyün ve lâ-taayyünden münezzehtir. O Kayyûm [yâni varlık bahşeden], kendi başına kâim, zâtıyla tek, isim, sıfat ve gölgeler mesâbesindeki mevcûdâtı birleyendir. Kendisine nispetle çokluk yoktur, ancak hayâller vardır. Âlemdeki bütün varlık mertebeleri, şerîata dâir emirler, ledünnî şerîatlar, ilâhî tedbirler ve sübhânî tertiplerdir. Varlık sırrı bunlara sirâyet etmiş, vahdet nûru bunlardan parlamıştır. Ârif olan bilir. İlâhî dîne apaçık düşman olan mülhitlere Allah lânet etsin. O mülhitler ki kendilerini muvahhit ve ârif sandılar. Oysa hakîkatte lânetlenmiş şeytan olmuşlardır. Melik, azîz ve allâm olan Allah’tan bizleri ve sizleri İslâm dîni üzere vefat ettirmesini, insanların efendisi Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) sünnetini muhâfaza etmesini niyâz ederiz.

İşte bu Kur’ân-ı Azîm’in sırlarının hülâsası, Furkân-ı Kerîm’in naslarındaki fassların nakşıdır.[5] Nebîler, resûller, büyük veliler ve ârifler zümresi bu hususta aynı görüştediler. “Muhakkak ki bu hakka’l yakîndir”[6] ve “âlemlerin Rabbinden inmiştir.”[7]

Köstendilli Ali el-Halvetî (k.s.)

 

Kaynak: Telvîhât – Bir Osmanlı Şeyhinin Dilinden Tasavvuf, Hazırlayan: Semih Ceyhan, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, 2016, İstanbul.


[1]  Vehim, gerçekte varolmayan, fakat var olduğu sanılan, varmış gibi tasarlanan düşünce ve zandır. Vehim felsefede yüzde ellinin altındaki zayıf bilgi veya duyulur âleme âit tek tek cüz’î mânâları idrak etme olarak tanımlanır. İnsan nefsindeki bu yeteneğe kuvve-i vehmiyye veya kuvve-i vâhime (vehim gücü) denir.
[2]  Gâibin şâhide kıyası (kıyâsü’l-gâib ale’ş-şâhid) bir delillendirme türüdür. Bilinmeyen veya duyuların ötesinde bulunan bir şeyin bilinen yahut duyularla algılanan bir şeyle kıyas edilmesinden ibârettir.
[3]  Fussilet, 41/53-54
[4]  Emir âlemi, Hakk’ın “Kün!” yâni “Ol!” emri uyarında zaman ve müddet söz konusu olmaksızın birden yaratılan âlemdir. Gayb ve melekût âlemi de denir. Nefisler ve akıllar bu âleme dâhildir. Rahmân’ın nefesiyle yâni Hakk’ın tecellîsiyle çokluk hâlinde ortaya çıkmıştır.
[5] Fass; yüzük taşı, bir yüzüğün veya mührün kime ait olduğunu gösteren belirti ve yüzük kaşı anlamındadır. Tasavvufta bir şeyin özü ve gerçeği, özeti anlamında kullanılır.
[6] Vâkıa, 56/95.
[7] Vâkıa, 56/80.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir