Şeyh Muhyiddin İbn Arabî’nin Durumu Konusunda Vakî Olan İhtilaf Hakkında

Onuncu Bahis

Bu bahsi, dört mesele halinde anlatabiliriz:

Birinci Mesele: Şeyh’in hal tercümesi ve hayat hikâyesidir.

Adı geçen şeyhin tam ismi şudur: Muhyiddin bin Muhammed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Arabî Hatemî Endelüsî, Mürsî, Mâlikî. Akdeniz kenarındaki Mürsiye isimli şehirde beşyüz altmış ramazanında [7 Ağustos 1165] dünyaya geldi. Suriye’de Şam şehrinin Sâlihiye nahiyesinde altıyüz otuzsekiz rebiyülâhırının yirmi ikinci günü [12 Aralık 1240] vefat etti. Yaşı yetmişsekiz olur.

Mağrib diyarını gezmiş, ilimleri tahsil, ifadeye ve anlamaya dayanan hususları ikmâl ettikten sonra sülûk ve mücahede ile yüksek [manevi] mertebelere nail olmuştu. Sonra Hicaz’a gelerek şerefli Haremde, Mekke ve Medine’de nice müddet ikamet ettikten sonra Suriye’ye varıp vefat etmiş ve [na’şı] orada kalmıştı.

Çağında, çok eser telif etmek ve kudsi bir kuvvete sahip olmakla şöhret bulmuş ve Şeyh-i Ekber unvanıyla her tarafa nam salmıştı. Altıyüz kadar kitap ve risale telif etmiş, keşf ve şuhûdu icabı mutlak vahdet-i vücut mesleğini benimsemiş, Füsûs ve Fütûhât gibi eserlerinde varidatını [içine doğan malumatı] bu mesleğin tabirleri üzere kaleme almıştı. Ulûm-ı garibeden olan ilm-i huruf [simya] dalında Cefr-i Kebîr ve Miftâh-ı Cefr adındaki eserlerini tahrir ve telif etmiş, bu sayede çağdaşlarını aşmış ve tek olmuştu.

Büyük meşayihten şeyh Sadreddin Konevî [671/1272] gibi yüce şahsiyetler gelip kendisine talebe olmuşlardı. Eserlerinin çoğunda cemâl cihetinin celâl üzerine racih ve galip olması, sonra gelenlerin ileri geri laf etmelerine yol açmış, böylece hakkında halk ihtilafa düşmüştür.

İkinci Mesele: Şeyhi reddedenler hakkındadır.

Şeyh ahrete intikal ettikten sonra tasfiye [tasavvuf] yolunu tutanlardan bazıları nazar yolunu tutanların çoğu, onun vahdet-i vücut esası üzere kurup tasfiye yolunun tabirleri üzere yazdığı kitaplara, nazar yolu gözüyle bakıp inkâr etmişlerdi. İnkârları da sebepsiz değildi; zira nazar yolu kanununa göre kötü görünürdü. Bunun için onlardan bazıları [İbn Arabî’nin yazdıklarını] kabul etmeyip inkâr ile yetindi, red ile uğraşmadı. Bazıları da inkârda mübalağa ve ısrar ederek reddiye yazdılar. Şeyhe ağır bir şekilde yüklenip hücuma geçtiler, kendisini tekfir ettiler. Hatta bu fırkanın mutaassıbları onun “Şeyh-i Ekber” [en büyük şeyh] unvanını, “Şeyh-i Ekfer” [en büyük kâfir şeyh] diye tahrif ettiler.

Lâkin bundan evvelki bahiste de geçtiği gibi çekişme ve cedelleşme fasit bir esas üzerine bina edildiği için meselenin aslı araştırıldığında bunların ona yüklenmelerinin ve kendisini tekfir etmelerinin kapı gıcırtısı ve sinek vızıltısı mesabesinde bir şey olduğu görülür. Onun için insaf ehli olanlar, onlara itibar ve iltifat etmeyip [ithamlarını] dinlemediler. Sadece sağını solundan ayırt edemez derecede avanak olanlar, onların yaygarasına aldanarak, üzerlerine lazım değilken suizanla nice veballere girdiler. “Sebep olan daha zalimdir,”[1] sözü gereğince [itham ve tekfire] sebebiyet verenler de daha fazla vebalden gayrı nesne görmediler.

Ancak tuttuğu yolun kanunu üzere [Şeyhin sözlerini akla ve dine] muhalif görüp hafif bir inkâr ile kanaat edenler [ve makul bir eleştiri dairesinin dışına çıkmayanlar, tartışma ve eleştiri usulünden bahseden] fennin vazifesini yerine getirip vebale girmediler, aksine sevap kazandılar.

Üçüncü Mesele: Şeyhi kabul edenler hakkındadır.

Tasfiye yolunun erbabı olanların çoğu ve nazar yolunun erbabı olanların da bir bölümü, Şeyh’in söylemiş olduğu sözlerin menşei ve aslı nedir bildiler; yahut zahir haline nazar ile hüsnüzanda bulunup onu asla inkâr eylemediler. Sözlerinin cümlesini güzel bir şekilde kabul ettiler. Hatta bu kişilerden bazıları “Şeyh, hâtem-i evliya ve Muhammedî hilafetin vârisidir,” dediler. Şeyhe sövüp sayan, onu karalayıp kötüleyen tarafa reddiye yazıp onların sersem kişiler olduklarını ifade ettiler. Böylece her iki taraf da ifrat ve tefrite kaymaktan kendini kurtaramadı.

Diğer taraftan vahdet-i vücut meselesinde Şeyh’ten sonra gelen tasavvuf şeyhlerinin çoğu ona tâbi oldular. Nazar ve tasfiye yolunu telif etmiş olanlardan ulu muhakkik Mevlana Câmî [895/1495] bu meseleyi bir risalede tafsilatlı ve izahlı bir şekilde yazmış ve beyan etmiştir; dileyen onu mütalaa eylesin.[2]

Dördüncü Mesele: Şeyh hususunda müspet veya menfi bir şey söylemeyi doğru bulmayanlar hakkındadır.

Bahis konusu iki yolun yolcularından [tasfiye ve nazar yolu sahiplerinden] bir bölümü Şeyh hakkında tevakkuf edip ve duraksayıp onun kitaplarına bakmadılar. Red ve kabul ile uğraşmayıp “Çekişme batağına uğramaktan ise tevakkuf ve çekimserlik kenarında durmak yeğdir, selamet bundadır” dediler. Bunlar isabetli hareket etmiş oldular; tutumlarından zarar görmediler.

Aslında Sadreddin Konevî hazretlerinin vasiyetnamesinden anlaşılan da budur. Zira o “Benden sonra Şeyh’in ve benim kitaplarımdan herkes istifade etmeye heves eylemeye, çünkü insanların çoğu için o kapı kapalıdır,” demiş ve bu ifadeyi vasiyetleri cümlesinden kılmıştır.

İmdi hakka talip olana gerektir ki, insaf eyleye, eğer şeyhlerin anlaşılması son derece müşkil sözlerini anlama seviyesinde değilse, o makamdan dem vurup kendini şek ve şüphe, sataşma ve dil uzatma uçurumundan yuvarlamaya; Şeyh hakkında hüsnüzan evladır, etmemesi halinde suizan yolunu tutmaya. Bütün müminlerin haline layık olan budur. Allah Teâlâ [cümleyi] hüsnüzanna muvaffak eyleye.

Kâtip Çelebi

Kaynak: Mîzânü’l-hakk fî İhtiyâri’l-ehakk, Kâtip Çelebi, Sadeleştiren: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınları, sayfa: 186-188.


[1] İlk önce hücuma geçip muhatabına yüklenen daha fazla haksızdır.
[2] Câmî, Levâih, Türkçe tercümesi İsmail Müfid Efendi, İstanbul, 1921.

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir