Ruhun Mertebeleri

Dervişler hayatı, kendinden (ben’den) başlayıp Hakk’a varan bir yolculuk olarak görür. Bu yolculuğa da seyr-ü sulük derler. Seyr-ü sülük denen kalp ayağı ile Hakka yolculuk bir bakıma dervişin döngüsünü tamamlamasıdır. Bu döngü süresince derviş her türlü imtihana tâbi tutulur. Adeta benliğinden soyunur.  Latifleşir. Âleme bakışı değiştiği gibi doğruları da değişir. Kısacası seyr-ü sulük dervişi hakikate ulaştıran yol, ameller bütünü ve davranış tarzı olup mekânı ise kalptir. Çünkü kalp Hakk’ın tecelligâhı ve muhatabıdır. İrfan ve marifetin doğduğu yerdir. Kısacası kalp yere göğe sığmayan Hakk’ın evidir ve bu sebeple tasavvufun ana konusu kalp temizliğidir.

Tasavvuf ehli kalbi temizlemek için çeşitli metotlar uygular. Bunların başında Allah’ı sürekli anmak yani zikir gelir. Amacı ise Allah’ı, hiç kalpten çıkarmamak, hep hatırda tutup unutmamaktır. Zikrin hakikati ise; zikir halindeyken zikredilen şeyin dışındaki her şeyi unutmaktır. Bu konuda Şah-ı Nakşibendi hazretleri: “Zikrin hakikati, gaflet meydanından müşahede fezasına çıkmaktır” buyurmaktadır. Bu sözle zikrin tüm kalbi sarması ve sadece dilde kalmaması gerektiğini hatırlatan Şah-ı Nakşibend; “Zikir gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde sussan bile zikir halinde olursun” diyerek susma halinin bile bir makamdan sonra zikre dâhil olduğunun altını çizmektedir ki bu hale zikr-i sultani denir. Yine Şah-ı Nakşibend hazretleri; “Zikirden maksat yalnızca ‘Allah’ ve ‘La ilahe illallah’ demek değildir. Belki sebepten müsebbibe yani sebepleri yaratan Allah’a gitmek ve nimetlerin müsebbinden yani Allah’tan geldiğini görmektir” diyerek zikir sonucu kişinin fanilerden geçip gözünü Hakk’a döndüreceğini ve perdenin arkasını göreceğini anlatmak istemiştir. Bu hale ermek için aslı emir âleminden olan ama insanın vücudunda bulunan latîfelerin zikir yoluyla çalıştırılıp aslına dönmesi yani uyanması gerekmektedir.

Letâif nedir?

Melekût âlemi de denen emir âlemine tabiatüstü âlem de denebilir. Rahmani bir nefesle ortaya çıkan bu âlem maddesiz ve süresizdir. İşte bu âlemden olan letâif, vücudun farklı yerlerinde olup veliler genelde kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs olarak sıralamışlardır. Bunlara ruhun mertebeleri de denir ki bu sebeple letâif-i ruhaniye diye de isimlendirilir.

Letâifin tekil hali olan ‘latîfe’ sözlükte son derece ince bir mana ihtiva eden, anlaşılan ama sözle ifade edilemeyen, sadece yaşayarak öğrenebilinen anlamlarına gelmektedir. Letâif, rabbani bir cevher yani insanın özüdür. Diğer bir tanımla letâif “ruhun manevi organlarıdır”. Her bir letâifin ayrı bir görevi ve etkisi vardır. Uyandırıldığında ancak etkisi ortaya çıkar ama bunun için dervişin kalbini zikre geçirmesi gerekmektedir. Nakşibendi şeyhlerinden Hüseyin b. İbn-i Yemîn Hüseyni letâfi şöyle tanımlar: “Kalp, ruh, sır ve hafi insanın idrak edici latifesinin ismidir… Bazı mertebelerde ona kalp derler, beşeri kayıtlardan kurtulup daha saf olduğu diğer mertebede ona ruh derler, saflık artınca sır derler, olgunlaşınca hafi derler… Letâifteki farklılık öz itibariyle değildir, aksine özde birdir. Farklılık vasıflarda ve hallerdedir. Meşayıhın çoğunun görüşü budur.” Bu açıklamadan dervişin zikrettikçe kalbin içine doğru yolculuğunun devam ettiğini anlaşılıyor. Nitekim veliler, zâkirin Allah’tan gayrını kalbine getirmeye zorladığı halde getiremeyecek derecede zikir kalbine yerleşmiş ise zikrinin “ruh”a ulaştığını ve saflaşma devam ettikçe bu yükselmenin sırayla diğer latîfelere çıktığını söylerler.

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi hazretleri de, Allah’ın insan bedenini yarattığında bu emir âleminin latîfelerini kendisine bağlanacak ve ona âşık olacak şekilde insanın bedenindeki farklı mahallere yerleştirdiğini, bir kişinin mürşidinin emri ve himmetiyle riyazat ve mücahadeye giriştiğinde çok zikir ve tefekkürün bereketiyle latîfelerini asıllarına yönlendirdiğini söyler. Çünkü emir âleminden halk âlemine yani insan vücuduna inen bu letâif, nefs sebebiyle kendinden habersiz hale yani gaflete düşmüştür. İnsan bedenindeki toprak tembellik ve ilahi emirlere uymamaya, su bulunduğu ortamın rengine bürünmeye yani kişiliksizleşmeye ve münafıklaşmaya, ateş öfke ve egoya, hava ise kibre sebebiyet verir. İşte bu sebeple Allah’ı çok zikrederek nefsin latîfeler üzerindeki baskısı kaldırılır ve böylece asıllarına rücu etmeleri sağlanır. Letâif zikri belli bir yöntem doğrultusundan yapılır, yani vücuttaki latîfelerin üzerinde

Seyr-ü sulük yolculuğunda bir metod olarak ifade edilen letâifin vücuttaki yerleri şöyledir: “Kalp” sol memenin dört parmak altında, “Ruh” sağ memenin dört parmak altında, “Sır” sol memenin iki parmak üstünde, “Hafi” sağ memenin iki parmak üstünde, “Ahfa” boğaz çukurunun iki parmak altındaki rabbani cevherdir ve “Nefs” ise iki kaşın ortasındaki latîfedir.

Sarı Abdullah Efendi letâif ile ilgili olarak şunları söyler: “Nefsin sıfatlarından uzaklaşarak kalbin harem sarayına giren şahıs kalp nuru ile nefsini tanır. Kalbin sıfatlarını geçtiğinde sır makamına ulaşır ve sır ilmi ile kalbi tanır. Sırrı geçince ruh âlemine vasıl olarak ruhun nuru ile sırrı tanır. Ruh makamını geçtiklerinde hafi makamına ulaşarak Hakk’ın şahidiyle ruhu tanır. Hafi menzilini geçtiklerinde ise, hakikat deryasının sahiline ulaşıp cemal nurlarının şuaları ile hafiyi tanırlar. Kendisine gelen celal tecellilerine tabi olur, benlik ve enaniyetten dahi geçerse ‘Hakkı Hak ile arif’ yani muvahhid-i hakiki olurlar.”

Her latîfenin ilahi tecellilerden bir aslı ve murakabesi olduğunu söyleyen merhum İsmail Çetin, kalp latîfesinin murakabesini söyle açıklar: “Salik kalbini Hazreti Fahri âlemin (s.a.v.) kalbinin hizasında olduğunu mülahaza eder ve şöyle dua eder: Ey benim Rabbim, Rasulullah’ın kalbinden Âdem peygamberin kalbi üzerine efal tecelliyesinin feyzini yağdırdığın gibi benim kalbinin üzerine de o feyzi yağdır.” İşte her latîfenin kendinse has bir murakabesi vardır ve Hak yolcusu bu murakabeyi mürşidinden öğrenerek uygular.

Nakşibendiler, ruhun terbiyesini hedef aldığı için kalp latîfesinden başlayarak sırasıyla diğer latîfelerin hakikatine ulaşması gerektiğini söyler. Her latifenin zikri sonucunda ayrı bir tecelli ve farklı bir renkte nur görülür. Zikre devam ettikçe kişi bu tecellileri yaşar ve latîfeleri birer birer uyanır. Vücut baştan ayağa zikre geçer. Gaflet yani Hakk’ı unutma kalktığı için bir an bile Allah’ı unutmaz. İşte bu altı letaifin zikre geçmesi sonucunda “zikr-i sultani” denen adeta vücudun tamamının latifeleşmesi hali ortaya çıkar. Bu hale ulaşan kişinin tek derdi Allah’tır. Her haliyle onu zikreder ve tüm hareketleri Allah’ın rızasına mutabık hale gelir. Kalbi Allah aşkı ile dolu olup dünyaya karşı bir ilgisi kalmaz. Her yerde ve her fiilde Hakk’ı müşahede eder. Bu hali Mevlana Halid hazretleri şöyle açıklar: “Zikri sultani, zikrin vücuda yayılıp bütün duygu ve düşünceyi tesiri al­tına almasıdır. Bu durumdaki kimse, bütün eşyanın zikrini hissedecek hâle gelir.” Bu hale ulaşan kişinin latîfeleri aslına ulaşıp tekrar bedenine geri döner. Böylelikle insanları irşad iznini de almış olur. Bakışı hatta bir kelimesi daha insanları etkiler. Görüldüğü an Allah’ı hatırlatır.

Kelimelerin Yetmediği Yer

Tasavvufta “mi’râcü’l-kelime” diye bir tabir vardır. Bu tabir dervişlerin dilinde; manevi tecrübe, seyr-i süluk esnasında yaşadıkları hal ve geçirdikleri makamlar sonucu ulaştıkları manaları yazıya dökerken kelimelerin delaletini düşük anlam seviyelerinden yüksek ve ince anlamalara işaret edecek şekilde yükseltmelerini ifade etmektedir. Manalar son derece ince ve anlatılması zor olduğu için böyle bir yöntem izleyen veliler “letâif” meselesinde de bu yöntemi kullanmışlardır. Ne kadar anlatılsa da yaşanmadıkça hakikatine nüfuz edilemeyecek olan bu konunun hakkını vermek için öncelikle kişinin dünya (sevgisi) ile arasına bir mesafe koyması, bir gönül rehberine gidip zikir dersi alması ve sonra da büyük bir gayret ve istekle bu zikri yapmaya koyulması gerekir. İnsanın bir anda kendinden soyunması, yılların biriktirdiği önyargı, gelenek ve benzeri tortuları kalbinden silmesi zordur. O yüzde sabırla yola devam etmelidir. Çünkü İbn Arabî hazretleri “yola koyulun, ulaşacaksınız” buyurur.

Sulhi Ceylan 

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Ehli Tasavvuf , 20/10/2024

    Terk-i dünya, Terk-i ukba, Terk-i hesti, Terk-i terk, diyorsun yani
    Allah razı olsun

  • Sinan önder , 18/10/2024

    Bize bizden bahsettiği için Sulhi Bey’e teşekkür ederiz. Devamını da beklediğimizi bildirmek isterim. Selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir