Allah ve Âlem

“Allah’ın bilmesi, yaratması demektir.”

Allah her şeyi tümel ve tikel olarak bilir. O’nun bilgisi âlemi yaratmasının ilkesidir. Hz. Peygamber “Allah’ın zatı üzerinde düşünmeyin, O’nun nimetleri üzerinde düşünün” buyurdu. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, bitiremezsiniz.” Bu nedenle “sayan” Allah’tır zaten! İnsan ise temel ilkeleri itibarıyla nimetleri tasnif ederek Allah ile irtibatının farkına varır.

Her varlık için en büyük nimet, varlık nimetidir. Allah bir şeye varlıktan daha büyük ve kıymetli bir ihsanda bulunmadı. Bu nedenle marifetin en büyüğü varlık nimetini ve onun Allah’tan olduğunu bilmek iken günahların ve gafletin en büyüğü ise bu nimetten gafil kalarak varlığı kendinden bilmektir. İslam düşünürleri farklı alanlarda en çok, Allah’tan bilmek meselesi üzerinde durdular, ahlak ve dindarlık anlayışını bu ilke üzerine kurdular. Bütün Müslüman düşünürler insan için mümkün veya hâdis, yani zaman içinde yaratılmış varlık tabirini kullandıklarında sadece ontolojik bir hakikatten söz etmediklerini biliyorlardı. Bu ontolojik hakikat üzerine kurulu bir ahlak ve din anlayışı vardı ve onlar en az ilki kadar bunun üzerinde de durdular. İnsan mümkün ve hâdis bir varlık ise bunun ahlaki karşılığı yeryüzündeki varlığına “geçici” bir varlık olarak bakmaktır. İnsan için yeryüzü, var olduğu mekânlardan birisidir ve başka bir zaman başka bir yerde var olacaktır. Öte yandan insanın varlığının kendinden olmaması, her türlü kibri ve büyüklük arzusunu ortadan kaldırır. Çünkü varlığı kendinden olmayan bir şey, varlığa ilave hangi niteliğiyle övünebilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Varlık kapsamı dışında kalan ne olabilir ki insan “ben yaptım” diye övünebilsin?

Müslüman ahlak teorisyenleri meselenin gayet farkında olarak, varlığın insandan veya mümkünden olmamasını ahlaki hayatın istikametini belirleyen bir unsur olarak değerlendirdiler. Bu irtibat mümkün âlemin Allah’a bağlı olarak düşünülmesi demektir. Allah’a bağlanmayan âlem ve insanın varacağı yer, sadece hiçliktir: Peki hiçten ne çıkar? Hiç! Sûfi muhakkiklere göre bütün ilimlerin ve disiplinlerin esası olan metafiziğin meselesi Allah-âlem irtibatıdır. Bunun sebebi Allah’ın varlığını bir ilke olarak kabul ettikten sonra düşüncenin zorunlu olarak bu irtibat üzerinde duracak olmasıdır. Metafizikçiler -sûfi olanlar, kısmen de kelamcılar- Allah’ın varlığını bir sorun olarak tartışmayı reddetmişlerdir. Çünkü varlık şuuruna sahip iken Allah’ın varlığını tartışmak veya onu ispata çalışmak totolojidir. Totoloji ise düşüncenin kaçınmak zorunda olduğu bir zihni tembelliktir: düşüncenin durgunluk hali! Allah’ın varlığını, düşüncenin kendisinde biteceği bir yer olarak görmek yerine, düşüncenin başlama noktası olarak kabul etmek çok önemli bir değişimi ifade eder. Artık düşünce bir ilke üzerinden hareket ederek âlemi ve tabiatı yorumlayacak, Allah-âlem irtibatı üzerinde odaklanacaktır. Hâlbuki akılcı-felsefi metafizik gelenekte Allah’ın varlığı düşüncenin bir maksadı olarak kabul edilmişti. Sûfi metafizikçiler Allah’ın varlığını “ilke” olarak kabul edince, dikkati Allah-âlem irtibatına çevirdiler. Bu yaklaşımla düşünce esas konuya odaklanacak, âlemi bir delil ve ayna olarak yorumlayacak, insan hayatını ise bu yorumun merkezine yerleştirecekti. Âlem Allah’a bir delil ve O’nun kemalinin bir aynasıdır. Bu bahiste ilahi isimler, bu irtibatın sebebidir. O zaman yapılması gereken şey, ilahi isimlerden bu bilgiyi çıkartmak, bu irtibatı izah etmektir. Her isim Allah ile âlem irtibatının bir yönüne işaret ederken bu irtibatın başlama noktası bilgidir. O zaman biz de bilgiyle başlayalım.

“Allah” her şeyi tümel ve tikel olarak bilir: O’nun bilgisi âlemi yaratmasının ilkesidir.”

Ekrem Demirli
Kaynak: Allah’ı İsimleriyle Bilmek, Ekrem Demirli, Sabah Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2017, Sayfa: 83-83.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir