
Hamza… Okula diye çıkıp okula gitmediği günlerin birinde, okula diye çıkıp okula gitmediği diğer günlerde olduğu gibi caminin karşısındaki kahvehanede, kapıdan girince sağda kalan pencerenin önündeki pencereye en yakın masanın pencereye dönük sandalyesinde oturmuş, çayını içiyordu. Ona bakanlar öğrenci olduğunu anlasınlar diye evden çıkarken koluna geçirdiği, kahvehaneye gelince sandalyesine oturmadan önce tam karşısına koyduğu, içinde tek bir eşya bile bulunmadığı için yamuk duran çantasına bakıyordu. Dışarıdan bakanlar birini beklediğini, kimse oturmasın diye çantasını oraya koyduğunu sanırlar diye düşünmüyordu. Çantasına bakıyordu, beklediği gelmiş gibi ve başka kimsenin gelmesini istemiyormuş gibi. İskambil kâğıtlarıyla türlü oyunlar oynayan adamların sabah sabah bu kadar enerjiyi nereden bulduklarını düşünmüyordu, çaycının kargalar kahvaltısını etmeden daha neye kızmış olabileceğini düşünmüyordu, namaz vakti olmadığı halde caminin önünde nasibini bekleyen boyacı çocuğun teslimiyeti hakkında düşünmüyordu. “Ne olacak bu eğitim-öğretim hayatım”, minvalinde dertleri hiç olmamıştı. Zaten bildiklerini, öğrendiklerini, ezberlediklerini nereye koyacağını bilemiyorken yenileriyle nasıl baş edecek!
– Yenileyeyim mi abi çayını?
Hamza bu çocuğun ne ara geliverdiğini düşünmedi.
– Sağ ol, kalkacağım.
Düşünmedikleri böyle ağır gelmeseydi kalkacaktı. Gitmesi gerekmeyen yerlere gidecekti, yapması gerekmeyen şeyler yapacak, görmesi gerekmeyen şeyler görecek, duyması gerekmeyen şeyler duyacaktı. Yapamadı. Düşünmedikleri ağır geldi, biraz daha oturdu caminin karşısındaki kahvehanede. Neyin ağır geldiğini düşünmedi. Yeterince düşünmedikten sonra cebindeki bozuklukları masaya bıraktı ve boş çantasını koluna geçirip çıktı. Çantamın boş olması boş olduğu anlamına gelmiyor, diye geçirmedi içinden. Dışarıya adımını atmıştı ki bir dede çarptı Hamza’ya pat diye.
– Kör müsün amca, görmüyor musun?
Cümlesi biter bitmez dedenin elindeki bastonu fark etti, kocaman bir keşke tekmelemeye başladı sol böbreğini, taş olsaydı da demeseydi öyle.
– Özür dilerim evladım, dedi dede.
Mahcup olmasaydı “evladım” sözcüğüne takılır dediğine pişman ederdi dedeyi. Yapmadı. Ezan okundu o sıra, dedesini hatırlar gibi oldu. Kan beynine sıçradı Hamza’nın, “madem körsün ne diye evinde kılmazsın ki namazını” dedi. Söylene söylene gitti, nereye gittiğini düşünmedi. Gitti, varamadı bir yere. Saate baktı daha okul çıkışına iki saat var, hava da serin. Kahvehaneye geri döndü. Zamanın geçmesini bekledi eve gidip uyumak için, dünya üzerindeki kaç insanın, ne için zamanın geçmesini beklediklerini düşünmedi. İçeriye girdiğinde, sabah oturduğu masaya oturmuş adamları gördü, sinirlendi hep oturduğu masaya oturan adamlara. Etrafına bakındı ne yapacağını düşündü, kahvehane sabaha göre hayli kalabalıktı. Pencerenin önündeki boş bulduğu tek masaya oturdu mecburiyeti ve boş çantasıyla beraber. Çay istemedi, başka bir şey de istemedi. Dışarıyı seyretti, camiyi, caminin önündeki koca ağaçları, ağaçların dallarındaki kuşları, şadırvanı, kamelyayı, bankları, dedeleri, amcaları… Dedesini ya da birkaç saat önce kendisine çarpan dedeyi düşünmedi.
Yeterince dışarıyı seyrettikten ve yeterince düşünmedikten sonra çıktı kahvehaneden. Eve gittiğinde yorgundu. Uyudu. Bir ara annesi uyandırdı, akşam yemeğini yedi, balkona çıktı biraz sokağı seyretti, sokak lambalarını, yürüyen birkaç insanı, kedileri… Seyretmek düşünmemek kadar ağırdı olan biteni, olan bitmeyeni ve olmayan biteni. Üzerindeki ağırlığın sebebini merak etmedi, tekrar uyudu. Sabah her gün olduğundan daha erken uyandı ve daha uyuyamadı. Balkona çıktı, az sonra şehri tahakküm altına alacak güneşin çırpınışlarını seyretti. Kuşlar bu saatlerde daha sesli mi ötüyorlar, her yer sessiz diye daha çok mu duyuluyorlar? Bunu düşünmedi. Dedesi, zikir vakti olduğunu söylerdi, bu yüzden derdi. “Kuşlar bile…” derdi, devamını hatırlamak istemedi. Bazı cümlelerin devamı eksikliğini hatırlatır insana. Hatırlamak istemedi. “Kuşlar bile…” dedi. Sustu. Dedesini hatırlayınca, dün payladığı dedeyi de hatırladı. Üzülecekti, annesi balkon kapısını açıp kahvaltıya çağırmasaydı. Giyinip sofraya geçti. Annesi neden erken uyandığını, balkonda ne yaptığını sormadı. Kahvaltısını yaptıktan sonra boş çantasını alıp çıktı evden, çıkmadan önce annesine baktı, her zamankinden daha uzun baktı. Annesi bunu fark etmedi. Yürüdü. Yavaş yavaş, bir yere yetişmeye çalışmayarak, bir yere geç kalma endişesi taşımayarak yürüdü. Caminin karşısındaki kahvehaneye değil okula geldi. Bahçedeki banklardan birine oturdu, çantasını kucağına aldı, kollarını çantasının üzerinden birleştirdi. Etrafına baktı, bahçede birkaç öğrenci vardı. Erken gelmişti ya da geç kalmıştı, bunun bir önemi yoktu. Yakınında kimsenin olmadığından emin olmak için tekrar baktı bahçeye, önüne, arkasına, sağına, soluna. Emin olunca fermuarını açtı çantasının, boşluğuna baktı, o boşlukta olmayanları gördü. Olmayanları görünce olanları hatırladı. Çantasının kerametini fark eder etmez annesine koşup söylediğini hatırladı, annesinin, “dalga geçme benimle, nasıl yok olur çantaya koyduğun şeyler” dediğini, “iyice serseri oldun sen” diye eklediğini. Vazgeçmeyip arkadaşlarına anlatmaya çalıştığını, arkadaşlarının hiç oralı olmadığını hatırladı. Kimsenin onu teste tâbi tutmadığını, test edecek kadar bile şüphe duymadıklarını hatırladı, doğru söyleme ihtimalinin hiç değerlendirilmediğini. Günden güne uzaklaştığı herkesi hatırladı çantasındaki boşluğa bakarken. Neden inanmadıklarını düşünmedi. Neden şüphe duymadıklarını düşünmedi. Kendilerine ve bildiklerine kör kütük inanan yakınlarına hayret etmedi. Bu denli körelen hayret duygusu karşısında da hayret etmedi. Cüzdanını çıkardı cebinden. Cüzdanından kimliğini çıkardı. Çantasının boşluğuna hiç tereddüt etmeden kimliğini bırakıp, çantasının fermuarını kapattı. Kucağında boş bir çantayla burada ne yaptığını, buranın neresi olduğunu düşünmedi. Kalktı, yürüdü. Nereye gitmek istediğini bilemedi, gitmek istediğini bildi. Bahçe kapısından çıkacağı sırada, bahçedeki birkaç öğrenciden biri bağırdı,
– Hamza!
Yürümeye devam etti. Aynı öğrenci bir kez daha bağırdı,
– Hamza!
Hamza cevap vermeyince birkaç öğrenci daha bağırdı,
– Hamza!
– Hamza nereye?
– Hamza duymuyor musun?
Duyulmaması imkânsız bu seslenişlere kulak asmayan Hamza’yı merak etti. Ne fark eder ki diye düşündü, belli ki küsmüş. Yürümeye devam etti.
Şadiye Sare Kaplan
1 Yorum