Zaman
Saatine uzun uzun baktı. Dakikaları değil, saniyeleri değil, saliseleri sayıyor, avına odaklanmış bir kedi gibi pürdikkat saati seyrediyordu. Zaman mefhumunu yitirmek, güneşi batırmak, bugünü de elinden kaçırmak istemiyordu.
Aniden dalgınlaştı. “Bir aydır yüzünü göremedim” dedi. “Yani dört hafta, yani otuz gün, yani yedi yüz yirmi saat, yani kırk üç bin iki yüz dakika, yirmi beş milyon dokuz bin iki yüz saniye oldu. Bir bilsen nasıl göresim geldi” diye kendisiyle monoloğunu sürdürürken, ayrıntılara boğuldukça mesafelerin açıldığını fark etti. Geçmişiyle olan rabıtası yüzünden yaşadığı ânın elinden kaçtığını ve güneşin battığını fark etmedi.
Mekân
Mağlubiyetin her rengini görmüş, her kokusunu duymuş, her tadını tatmış, pişmanlıklarından mütevellit kendisine olan öfkesini dindirememiş ve ismini “Pişmanlığın Oğlu” koymuştu.
Paranoyanın basamaklarını bir bir çıkıp zirveye tırmanmasına, çıldırmasına ramak kalmıştı. Kimseyle göz göze gelmemeye gayret ediyor, mütemadiyen başı önünde yürüyordu. Birine yüzünü dönse, selâm verse, konuşmaya başlasa, elini uzatsa, sanki birbirlerinin cehennemi olacaktı. Yirmi milyonu mütecaviz bir şehirde muhatabını bulamayıp konuşmayı unutmuş, bir ahraza dönüşmüştü.
Sevmekten ve sevilmekten umudunu kesip kendine karşı büyük bir devrim gerçekleştirdi. Kendini yetmiş metrekare bir eve hapsetti. Hafızasının yüklerinden kurtulmuş, hafiflemişti. Eşyalardan arınmış yeni bir mekânı vardı artık. Bu mekâna hayatını idame ettirebileceği şeylerden fazlasını sokmamaya ahdetti. Her şey yerli yerine konacaktı ama çirkinliğini kaldırıp koyacak bir yer bulamadı.
Şehir
Yüzünde kekeme bir hüzün vardı. İstediğini elde edememiş bir çocuktu sanki. Avazını otobüse salacak ve bütün yolcuların kulaklarına bir çığlık hediye edecekti. Otobüsün camından el sallarken, ardında bir kadını, bir şehri, milyonlarca umudu ve ruhunu bırakıyor, bir iskelet, bir et yığını olarak kendi şehrine dönüyordu.
Bir saattir yol arkadaşıydık. Tek kelâm etmemiştik. Bana dönüp tuhaf tuhaf baktı. Kayıtsızlığım onu kızdırmış olacaktı. Yarı öfkeli bir hâlde, “Şu şehirlerarası otobüsleri ve terminalleri yakmak istiyorum” dedi ve ekledi: “Çünkü onlar insanları ayırmakta çok mahirler.” Huzursuzlandım. “Evlât, kavuşmak tamamen senle alâkalı bir şey, sevgiliyle değil. Terminalleri, otobüsleri yakma isteğin de mâşuğa değil, kendine âşık olduğunu gösterir. Ben elli yıl bir köye gidip geldim de sevgili bir kez bile yüzüme bakmadı. Eğer bir insanı gerçekten seviyorsan onun yaşadığı şehri de seversin. O şehre ait olan şeyleri de. Hattâ sevgilinin yaşadığı şehirdeki bir sarhoşu bir abid, bir fahişeyi de edeb timsâli bir kadın olarak görürsün. Akşam haberlerden sonra hava durumunu seyrederken dikkat et. İlk sevgilinin şehrine mi bakıyorsun, ‘o üşüyor mudur?’ diye bir tedirginlik yaşıyor musun? Yoksa ilk olarak kendi yaşadığın şehre mi bakıyorsun? Al sana mihenk taşı, düşün taşın kararını sen var. Sevgiliye mi, kendini mi âşıksın?” dedim ve kitabımı alıp okumaya başladım. Bir daha yol boyunca hiç konuşmadık.
Celal Kuru
1 Yorum