Yüzyumaz Yavuz Abimiz

Yüzyumaz Yavuz, mahallemizin saygı duyulan en nadide şahsiyetlerinden biri olmakla birlikte çok da delikanlı bir abimizdir. Sokağa çıktığı andan itibaren onu gören kim varsa önünü ilikler, önünü ilikleyecek kıyafeti olmayan önünde eğilir, önüne eğilecek boyu olmayan diz çöker, dizi olmayan ayaklarına kapanır. Katıksız hürmet gösterilir anlayacağınız. Yüzyumaz abimiz de sağ olsun bu hürmete gülümseyerek karşılık verir. Gülümsemesiyle beraber yüzündeki yıllanmış kir tabakası gerilir, gerilir, gerilir; gülümsemeyi bırakmazsa yüzündeki tabakanın yanardağ gibi patlayacağı düşünülür ve insanı bir korku sarar. Yüzyumaz abimiz korkaklığı ve korkakları da sevmediğinden insanın içinde zuhur eden bu duygu yine içte patlar. Abimize hissettirilmez.

Yüzyumaz abimiz yıllar yıllar evvel çocukken, -insanın inanası gelmiyor hakikaten bir zamanlar abimizin çocuk olduğuna ama meseleyi izah için o yıllara kadar gitmek elzem olmuştur yoksa abimiz her yaşta delikanlılığını korumuş olsa gerektir- anasının yaktığı sobanın üstüne konulmuş güğümün içindeki suyun yavaş yavaş ısınmasını, ısındıkça kaynamasını ve metale ritmik bir ses bırakmasını dinler ve izlerken, duvara asmak için bir kenarından kızgın iğne ile ip geçirilmiş kırmızı bir leğen konulmuş önüne. Anası ilk önce kaynayan suyu almış sobanın üzerinden bir kısık besmele çekmiş, buharını dağıta dağıta dökmüş bir kovanın içine. Sonra soğuk suyla ılıştırmış, eliyle kontrol ettikten sonra oğlu Yavuz’u -yani Yüzyumaz Yavuz abimizi, hâşâ abimizin ismini saygısızca, yaşıtmış, ahbapmış gibi kullanmak bize yakışmaz- leğene çağırmış. Yüzyumaz abimizin çocukluğu leğenin içine adım attığında annesi bir keseyle başlamış abimizi keselemeye. Oğlunun vücudundaki kiri pası kese yardımıyla cebren indiren anacığı -Yüzyumaz abimizin annesidir, hürmet eder, ellerinden öperiz- maşrapaya daldırdığı keseyi biraz kirinden arındırdıktan sonra, oğlum yüzünü bana çevir, diye bir emir verince anasına dönmüş yüzünü. O vakitten sonra canı çok yanmış abimizin. Yanakları kıpkırmızı olmuş, biraz da ağlamış. Bunları bize onun çocukluğunu bilenler anlattı, biz abimizin arkasındayız, “Ağlamadım lan!” derse ağlamamıştır orası ayrı konu.  Sonra aynı yüze bir sabun köpüğü sürülmüş, yüzü gözü baloncuk baloncuk olmuş, arapsabunu gözünü yakmış, bir yandan yanakları acıyor bir yandan gözleri yanıyormuş. Anası bir kuvvetle son kez yüzünü sabunlarken vicdansız sabun köpüğü sürüsü Yüzyumaz abimizin burnuna kaçmış. Nefes alamaz, gözlerini açamaz olmuş. Uzun uzun durulanmış, yıkanmış ama nafile. Arada bir kulağını tıkayan su damlalarını söylemiyoruz bile. Neler çekmiş abimiz, anlatırken insanın içi bir kötü oluyor.

Banyo bitmiş bitmesine ama burnunun içine yuva yapan köpük saatlerce burnundan çıkmamış. Nefes aldığı her seferde burnunun direğine bir balyoz darbesi gibi inen acıdan dolayı o geceyi yarı uykulu yarı uyanık geçirmiş.

Saygıdeğer abimiz o günden sonra çok sinirli bir insana dönüşmüş. Öğrenciliğinde, gençliğinde, askerliğinde, evlendiğinde, baba olduğunda kısaca insan hayatının dönüm noktalarında yüzüne su değdirmemiş. Sulu şakalara en sert şekilde cevap vermiş. Elleri dert görmesin abimizin. Hakkıdır tabii. Pet şişenin kapağını delip yüzüne su fışkırtan sınıf arkadaşını, çıraklığını yaptığı dükkânda bir hatası yüzünden, yüzüne tükürdü diye dükkân sahibini, askerde şafak yüz günün altına düştü diye abimizi bir kova suyla yatağında sırılsıklam yapan koğuş arkadaşlarını tövbe ettirene kadar dövmesi hakkıdır. Hak etmişlerdir. Bir de sokakta yürüdüğü sırada bir yağmur damlası yüzüne düştü diye yanından geçen adama bir tokat patlatmış ki tokadın patlama sesi camları titretmiş, ağlayan bebekler susmuş, mahalle esnafı kepenk kapatmış, okullar bayrakları yarıya indirmiş, o adam da saatlerce yerden kalkamamış, neden tokat yediğini dahi bilmeyen adam çiseleyen yağmurda tatlı bir uykuya dalmış. Hak etmiştir. Keşke yağmur yağıyor diye abimizi uyarsaydı. Çünkü abimiz her gün dışarı çıkarken, ne olur ne olmaz, diyerek yağmurun yağıp yağmayacağını kontrol edermiş. Aksilik bu ya, o gün ters bir rüzgâr esmiş olacak ki, böyle bir şey başına gelmiş.

Bu dayaklar, kötekler sayesinde mahallede “Yüzyumaz” diye nam salmış abimiz. Bazen yanında konuşurken, olur ya, süreksiz sert sessiz harfler süreklilik kazanır da ağızda biriken birkaç tükürük damlasını beraberinde getirir, birkaç diş ve iki dudağın arasından kopan bu damlalardan biri Yüzyumaz abimizin gül yanaklarına isabet eder diye korkularından başlarını öne eğerek mevzuya girer olmuş millet.  Gel zaman git zaman başını kaldırıp abimize bakmaya yeltenen dahi kalmamış. Bazı dedikodular da dönüyormuş tabii, kendini bilmezlerden birkaçı mahallenin arka sokaklarında, Yüzyumaz abimizin olmadığı yerde sahte delikanlılığa soyunup “Onda bakılacak yüz mü var, senelerdir yıkamıyor yüzünü, derisi kalınlaşmış, beti benzi kararmış, millet korkusundan değil tiksintiden bakmıyor yüzüne, abdest dediğimiz ibadette yüz yıkamaz farzdır, bu Yüzyumaz denen haydut kılıklı mahallenin abdestsizidir, bir deli çıksa da karşısına bizi kurtarsa şu manyaktan” diye atıp tutuyormuş.  Atsınlar tabii, kimsenin olmadığı yerde düdük çalmak kolay, Yüzyumaz abimizin karşısına çıkıp da dönen dedikodulardan bir tanesinin ilk cümlesinin ilk kelimesini söylediği anda başına geleceklere ve arkasından okunacak dualara hazırlıklı olan kimse yoktur. Bu yüzden Yüzyumaz abimiz bazen kalabalık ortamlarda elini birden masaya vurarak, var mı bana söyleyecek sözü olan, diye nara atar ama kimse başını kaldırıp da benim söyleyecek bir sözüm var, diyemezmiş.

Bu su meselesi ilk başlarda gerçekten su ile ilgiliymiş. O zamanlar mahalleli pek de sıkıntı çekmiyormuş aslında. Yüzyumaz abimizin yanında su sıçratacak herhangi bir fiiliyatta bulunmamak yetiyormuş. Bir süre sonra işler değişmeye başlamış. Bunda Yüzyumaz abimizin yaşlanmaya başlaması da -Bize göre öyle bir şey yoktur tabii. Abimiz yaşlanmaz, saçlarına düşen aklar olgunluğunun göstergesidir. Her beyazda biraz daha kemalat sahibi bir delikanlıya dönüşmüştür. Konu tartışmaya kapalıdır- etkiliymiş diyorlar. Ortada suyla ilgili bir şey olmamasına rağmen başkasına yapılan kötü şakalara öfkelenmeye başlamış, bu da yetmemiş bir süre sonra içinde su geçen sözleri duyunca da çileden çıkar olmuş. Kimse birini eşek sudan gelinceye kadar dövemez, sudan çıkmış balığa dönemez, taşı sıkıp suyunu çıkaramaz, yelkenleri suya indiremez, yüreğine su serpemez, pişmiş aşa su katamaz, başından aşağı kaynar sular dökülemezmiş. Bilerek veya bilmeyerek sulu sulu konuşanların suyu ısınıverirmiş. Eyvah! Abimiz affetsin, ağzımızdan kaçıverdi.

Yüzyumaz Yavuz abimizin yanında derin bir sessizlik olmaya başlamış bu yüzden. Uzun süredir, sözün yanından yöresinden su veya suyu ima eden herhangi bir kelime geçer de ömrümüzde yemediğimiz dayağı Yüzyumaz abimizden seve seve yeriz diye kimse ağzını açamaz olmuş. Arada bir bu sessizlikten sıkılıp, niye konuşmuyorsunuz, iki laf edin lan, diye kızdığı sırada bile mahallelinin sözcük dağarcığı dört yaşındaki sabinin sözcük dağarcığına dönüyormuş. Mahallelinin dağarcığı gelişmedikçe Yüzyumaz abimizin siniri daha çok zıplamaya başlamış. Hiç konuşmayan ahaliden kimi yakalasa bir sebepten yakasına yapışıyor hayatından bir beş dakikayı ona zehir ediyormuş. Beş dakika olması da Yüzyumaz abimizin kendini bilmesinden ötürü. İlk beş dakikadan sonra -mevsimine göre değişiklik göstermekle birlikte- terlemeye başlayan abimizin şakaklarından yüzüne doğru bir ter damlası inermiş, abimiz bunu bildiğinden beşinci dakikada tuttuğu yakayı bırakır, evine doğru yol alırmış.

Mahalleli salgın hastalık varmış gibi sokağa da çıkamaz olunca işler iyice çığırından çıkmış, Yüzyumaz abimiz boş sokaklarda kendi kendine dolandıkça öfkelenmiş, öfkelendikçe “var mı bana söyleyecek sözü olan” diye bağırmaya başlamış. Bir nara iki nara derken insanların da sabrı bir yere kadar tabii. Böyle bir deliliğe göz yummayacak biri çıkmış bir gün. Mahallenin arka sokaklarında attığı bilmem kaçıncı naranın tam ortasında “Var mı bana…” dediği sırada biri çıkıp “ Var!” demiş. Gözyummaz Gürsel abimiz olur kendisi. Mahallemizin saygı duyulan en nadide şahsiyetlerinden biri olmakla birlikte çok da delikanlı bir abimizdir. Sokağa çıktığı andan itibaren onu gören kim varsa önünü ilikler, önünü ilikleyecek kıyafeti olmayan önünde eğilir, önüne eğilecek boyu olmayan diz çöker, dizi olmayan ayaklarına kapanır. Katıksız hürmet gösterilir anlayacağınız…

Yüzyumaz denen adamı da bana getirdiler. Teneşire yatırdım. Maşrapayı kısık bir besmele ile daldırdım kovaya. Yüzüne boca ettim suyu. Gık diyemedi. Nasıl desin! Hak etmişti ama. Yol ortasında hiç yoktan bir adama tokat atılır mı? Manyak işte.

 

Ömer Can Coşkun

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • AliG. , 16/07/2024

    Hikaye ilk satırda içine çekiyor. Bir girdaba kapılmış hissi. Her ne kadar sudan korkar oldu isek de bu girdaptan kurtulamıyoruz.
    Kahramanlara karşı yazarın kurduğu gönül bağındaki ani değişiklik, günümüz insanının temsili adeta.
    Hikaye birkaç meseleyi barındırıyor elbette.
    Zahiren aldığımız ders; sudan sebepleri bahane edip zulmedersen, elbet biri buna göz yummaz.
    Keyifli bir okumaydı, teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir