Yine Böyle Bir Geceydi

İlk defa girdiği sokaklarda bunalıp balkona çıkanlara serenad yapar her gece Yusuf. Sokak lambaları tüm sokakları portakal rengine bürüyüp, son çocuklar da birer birer çekilince evlerine, sokakları kediler devralır. Bir de Yusuf… Sokağın ucuna varınca yüce bir dağdan aşağıları seyre dalan bir şahan gibi hisseder kendini. Sokak gözünde kıvrım kıvrım süzülen bir nehir gibidir. Sokağın ucundan sonunu görür. Yokuş aşağı bırakılan tekerlek gibi salar sonra kendini. Ağzında bir türkü, söyleye söyleye gider.

Sesi duyan anneler, nineler, ablalar ve tekmil kadınlar bekledikleri kişi gelmişçesine başlarını eğerler balkondan. Bu sokağın insanları hep bekler. Buranın balkonları dahi hep beklemek gibidir. Halı çırpılmaz buranın balkonlarında, sepet salınmaz, komşu kadınların balkondan balkona konuştukları dahi görülmez. Buranın balkonları hep beklemek gibidir. Neyi beklerler bilinmez, ama beklerler.

Türküyü önce kediler duyar. Çöp poşetlerinden çıkardıkları yüzlerinde, görülen korku değildir. Yusuf olsa şaşkınlık der buna. ‘’Kim bu adam?’’ der gibi bakar bu sokağın kedileri. Bu sokağın kedileri bile hep beklemek gibidir. Yusuf sokağın en ortasından, en turuncu yerinden giderken, kediler usulca eşlik ederler ona. Duvar diplerinden, konteynırların üzerinden, arkasından giderler.

Yusuf; Fareli Köyün Kavalcısı, Feqîyê Teyran, Orpheus’un soyundan gelir. Sesi, gecenin karanlığında gam götürür, dert keser. Sokak lambaları başlarını onun için eğmiş, kuşlar karanlıkta onun için sokağın üzerinden uçuyor gibidir. O kavalcı ki köye musallat olan fareleri kavalıyla mest etti, aldı çıkardı köyden, o Feqîyê Teyran ki hangi ağaç dibinde türkü yaktıysa kuşlar üşüştü başına, o Orpheus ki sesiyle dağı, taşı bile hamur etti, Yusuf da öyleydi işte. Kediler bazen birkaç sokak arkadan duyar gelirlerdi.

Yusuf her sokakta başka bir türkü söyler. Sokağın başında Ege türküsü dolanmıştı ağzına. ‘’Âh bir ataş ver’’ deyince, âhından sokak daha bir turunculaştı, anneler balkon korkuluklarına yapıştı, genç kızların yazmaları uçuştu sokakta. Uzadı sokak Yusuf’un gözünde. Balkonlardan çıt çıkmıyordu. Çocukların nesli tükenmişti sanki. Bir tek Yusuf’un sesi yankılanıyordu sokakta.

***

Yusuf, türkü bitip gözlerini açtığında sokağın sonuna varmıştı. Balkonlardan insanlar çekilmiş, kediler sokağın bitimiyle gerisin geriye dönmüşlerdi. Sokak bir sınırdı. Her sokak bir sınırdı. Sokağı bitirmişti lâkin içi içine sığmıyordu Yusuf’un. Yüzünü yalayan rüzgâr içine doluyor, Yusuf’u ferahlatıyor, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Kendini salmak istiyor, bir türkü daha söylemek istiyordu. Tüm bedeni canlanmış, yorgunluğu gitmişti. Sağına soluna bakındı. Solundan bir sokak iniyordu aşağıya. Sokağın başı karanlıktı. Sokak lambası kırılmış, düşünceli bir insan misali boynu eğikti. Yalnız sokağın ortalarında çalışan bir sokak lambası vardı, cılız ışığını tüm sokağa yetirmeye çabalıyordu.

Sokağa adımını atar atmaz önceki sokaktan farklı olduğunu anladı Yusuf. Ölü sessizliği hâkimdi sokakta. Yalnızca nereden geldiğini ve hangi kuşa ait olduğunu bilmediği bir cıvıltı duyuluyordu. Bir de rüzgârın duvara çarptığı bir bahçe kapısının çıkardığı ses.

Yusuf, böylesi bir sokakta neşeli türküler çığıramazdı. Bazen sokağın ruhuna göre seçerdi türküsünü. Sokağın başına vardı mıydı, anlardı Yusuf. Sokağın aydınlığından, sesten, akan her şeyden. Bu sokak durgundu. Topal bir insan gibi ağır ağır ilerledi Yusuf. O an hatırına epeydir söylemediği Can-û Dîlde Hâne Kıldın Akibet geldi. Yavaşça ve sessizce söylemeye başladı. Söylerken bir yandan da gözü balkonlardaydı. Bomboştu balkonlar. İnsandan iz yoktu. Kimine uzun çarşaflar asılmıştı. Kimilerinde ise yıkanıp şeritlere asılmış çamaşırlar vardı. Bazı balkonlarda, boş şeritlerde mandallar rüzgârın kuvvetiyle sallanıyordu. Şeritlerde öylece sallanan mandallar yalnızlığı çağrıştırırdı Yusuf’a. Plastik değil, ağaçtan yapılmış mandallardı. Renkli değillerdi. Şeritlerde, rüzgârla takla atıyorlardı.

Yusuf, kimseye sesini duyuramayacak olmanın karamsarlığıyla yürüyordu sokağı. Sokağı yarılamış, hâlâ balkonda kimsecikleri görememişti. Cılız ışığını tüm sokağa yaymaya çalışan sokak lambasının yanına varınca ezgisi de bitmek üzereydi. O an görmüştü işte balkondaki adamı. Üzerinde fazla giymekten yıpranmış beyaz bir kolsuz fanila atletiyle, saksıdaki fesleğene yüzünü sürüyordu adam. Yusuf, ne zaman balkonda beyaz atletiyle duran birini görse, yalnızlığı duyumsardı. Bir de boş yere sallanan mandal görünce…

Adam 70’li yaşlarda olmalıydı. 70’li yaşlarda insanlar beyaz atlet giymeseler de yalnızdırlar. Adamın saçları dağılmıştı. Sanki uykudan fesleğenleri koklamak, yüzünü onlara sürmek için uyanmış gibiydi. Yusuf, oradan ezgisini söyleyerek geçti. Beyaz atletli adam yüzünü fesleğenlerden çıkarmadığı için görmedi Yusuf’u. Belki duymamıştı bile. Olsundu, Yusuf’un sesi kaldı yine sokakta.

***

Bir sokağı daha ezgiyle geçmenin sevincini yaşadı Yusuf. Saat iyice ilerlemişti. Bundan sonrası insanların hakkına girmek olurdu. Uykuya dalanları uyandırmak, bebeleri ağlatmak, sokak hayvanlarını yersiz yere uyarmak Yusuf’un imtina ettiği şeylerdi. Son bir türkü daha söyleyip, evinin yolunu öyle tutmak fena olmazdı yine de. Yusuf, sokağın dibine varınca, aşağıya bir sokağın daha indiğini gördü. Birbirlerinin devamı gibiydiler ama değillerdi. İki sokağı birbirinden ayıran bir ara sokak vardı, hem sokakların isimleri de farklıydı. Öyle olmasaydı Yusuf, aynı türküye devam ederdi, zira bir sokağı bir türküyle bitirmek onun prensibiydi.

Yusuf bir yandan sokağı izlerken, diğer yandan söyleyeceği türküyü düşündü. Epeydir Karadeniz türküsü söylemiyordu. Bu sokak öncekilerden daha ışıltılıydı. Canlıydı, diriydi sokak. Canlı bir türkü söyler, evine öyle giderdi. Kendi sokağına ise sessizce girerdi Yusuf. Kim kendi sokağına türkülerle girmiştir ki? 7 yıldır bu şehirde yaşardı Yusuf. Her gece evine farklı yollardan gider, her sokakta en az bir türkü söylerdi. Bazı günler, iki, bazı günler de üç türkü. Türkü söylemezse duramazdı Yusuf bu şehirde. Bu şehir insanı tüketiyor, çürütüyordu. İçini türkülerle döküyor, evine rahatlamış dönüyordu. Günden güne türküleri çeşitlenmişti. Yeni sokaklar, yeni insanlar tanımıştı. Bir keresinde akşam başladığı sokak konserlerini sabah bitirmiş, yorulmadan, usanmadan Vefa’nın tüm ara sokaklarını bitirmişti. İnsanlar pencerelere, balkonlara, kapı önlerine çıkıyor, ilk defa gördükleri bu adamı seyrediyorlardı. Sabah ezanı okunduğunda Aksaray’a varmıştı. O gününü hiç unutamazdı Yusuf. İlk defa sokaklarda sabahlamış, ilk defa sabahlara yetecek kadar türküsü olduğunu fark etmişti.

Bugünkü sokağına -evet bütün sokaklar onundu- girince aklından o günü çıkartıp o ana döndü Yusuf. Kendini türküsüne vermeliydi. -evet, bütün türküler onundu- Dilinde Peştamal Tezgâhı türküsüyle girdi Yusuf sokağa. Her şey güzel başlamıştı ilkin. İnsanlar birer birer balkonlara çıkıyor, bazen de pencerelerden başlarını sarkıtıyorlardı. Yusuf balkonları pencerelere tercih ederdi, ama olsundu.

Yusuf kendini salmış, türküsünü neşeli neşeli söylerken ileriden bir başka sesin geldiğini duyar gibi oldu. İlerledikçe ses belirginleşiyordu. Ses bir kadına aitti. Yusuf dikkatini türküye vermeye çalışsa da duyduğu ses dikkatini dağıtıyordu. Ses artık daha yakından geliyordu. Bir türküydü bu. Yusuf türkü üzerindeki hâkimiyetini iyice kaybetmişti artık. 7 yıldır ilk defa oluyordu böyle bir şey. Nice badireler yaşamış, nice felaketlerin içinden geçmiş, fakat bir defa olsun türküsünü yarıda bırakmamıştı.

Bu ses başka bir şeydi ama. Yusuf iyice yaklaşmıştı artık sese. Gencecik bir kadından çıkıyordu ses. Kapının önüne serdiği mavi bir çarşafa yünleri boşaltmış, uzun ve ince bir değnekle dövüyordu. Türkü, Yusuf’un bilmediği bir dildendi. Hüznü anlattığı belliydi. Hüzünlü türküler her dilde kendini belli ederdi. Gözler kapanır, ses, yüreğin keşfedilemeyen yerlerinden gelirdi.

Kadının önünden usul usul geçti Yusuf. Yünden çıkan toz zerreleri güçlü sokak lambası ışığının altında olduğu gibi görülüyordu. Kadın, bir ayini yönetiyor gibiydi. Kâh mimiklerini değiştiriyor, kâh elindeki uzun-ince değnekle vuruşlarını değiştiriyordu. Yusuf, kadın kendisini fark eder de türküyü yarıda keser diye korkarak bir evin duvar dibine çömeldi. Bazı evlerde de insanların kapı arkalarına, perde ardına saklandıklarını, damlara çıktığını gördü Yusuf. Neden sonra kadın durdu bir an. Elinin tersiyle yüzüne dolan tozları sildi. Üzerinde erguvanî bir entari vardı. Gerdanına yakın bölgeyi şöyle bir silkeledi. Yanında, üst üste koyduğu kılıfları aldı ve yünleri içine doldurmaya başladı. Bunu yaparken de yeni bir türküye başlamıştı. Neşeli bir türküydü bu sefer ki. Kadının yüzü ışıdı, yanağındaki gamzenin çukuru derinleşti. Sesi şenlendikçe, kapı arkasındakiler çıktı, perde ardındakiler perdeleri çekti, damdakiler daha bir sarkıttılar başlarını. Hepsi bu sevince ortak olmak ister gibiydiler. Yusuf da çömeldiği yerden doğruldu. Kadını daha net görüyordu artık. 25 yaşlarında ancak vardı. Beyaz boynunda ufak, yeşil bir taş asılıydı. Yüzü hafif terlemişti. Türkünün ritmine uygun olarak dolduruyordu yünleri kılıfa.

Gitme vakti gelmişti Yusuf’un. Bu türkülerin üzerine daha türkü söyleyemezdi. Sokaktan aşağıya yürüdüğünde kadının sesi de kesilmişti. Türküsünü bitirmiş olmalıydı. Mutluluk kapladı Yusuf’un içini.

Evinin bulunduğu sokağa girdiğinde herkes uyuyordu. Kısık sesle, sadece kendinin duyabileceği şekilde bir türkü mırıldandı. Belki yarın daha sesli söylerdi.

Ümit Yiğit 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir