Artık fotoğraflar da eskimiyor. Hepsi elektronik hapishanelerde mahkum. Aynı renk ve canlılıklarıyla. Solmuyor, yırtılmıyor, çürümüyorlar. Her bakıldığında insana hep dünyada kalacakmış hissi veriyor. Belki yıllar sonra bakıldığında zamanın ne çabuk geçtiğini anlatıyor ama zamanın sonlanacağını anlatmıyor.
Odanın duvarlarına asılı fotoğraflara bakınca fark ettim bunu. Büyük çerçeveli fotoğraflar, çerçevenin kenarına iliştirilmiş küçük fotoğraflar. Büyük çerçevede evin en yaşlısı olan dedemin vesikalık fotoğrafı. İki yanda çocuklarının birlikte çekilmiş fotoğrafları. Alt kısımlarda vesikalık fotoğraflarıyla torunlar. Ve hatta en büyük resimdeki dedemin başının üstünde gençlik yıllarının hatırası birkaç fotoğraf daha. Sadece tek fotoğraf çerçevesi ile bitmeyen, aynı düzende babaannemin, çocuklarının ve torunlarının olduğu diğer fotoğraf çerçeveleri. Hepsinin ortak noktası yıpranmış olmaları. O fotoğraftaki insanlar gibi. Fotoğraf çekildiğindeki canlılığını yavaş yavaş kaybetmiş, sararmış solmuş, bazı yerleri kırışmış, ve bir süre sonra insanoğlu gibi yok olmaya yüz tutmuş fotoğraflar. Eski fotoğraflar haykırıyor fani olduğumuzu, şimdilerde sonsuza kadar saklayacağımız ve hiç solmayacak fotoğraflara bakıyoruz.
Dedemin öksürüğüyle kendime geldim birden. Dedem her zamanki divanın üzerinde, ayaklarını uzatmış yan gözlerle televizyonu seyreder vaziyette olurdu her zaman. Bir eli başından hiç çıkarmadığı takkesinde. Ara ara takkesini oynatırdı. Mavi gözleri her güldüğünde kapanırdı. Bizi hep uzaktan severdi. Çok konuşmazdı. Ama hiçbir zaman bugünkü gibi derinden öksürdüğü olmazdı. Yine mavi gözleri kısıldı, ama bu sefer öksürükten. Televizyon açıktı fakat sesi sonuna kadar kısılmıştı. Bir yerlerde hareket eden, yalandan da olsa gülen insanları seyrediyordu, ama ne konuştuklarıyla ilgilenmiyordu sanki. Ya da konuşulan konuların aynılığından sıkılmıştı.
Bir fotoğrafına takıldı gözüm. Siyah beyaz. Dağın başında avlandıkları hayvanları pişirmeye hazırlanırken. Dedem mavi gözlerini fotoğraf makinasına dikmiş. Elinin altında bir radyo. Bir makamı ayarlamaya çalışıyor. Arkasında arkadaşları. Dedem oturur vaziyette dahi arkadaşlarından heybetli görünüyor. Dönüp baktım şimdiki hali ile arasında hiçbir fark yok. Hâlâ heybetli. Ama öksürmeye başladı mı, yüzündeki sevimlilik yerini azaba bırakıyor. Öksürdükçe başı öne eğiliyor, küçülüyor, küçülüyor…
Hastaneden dün çıkmış, hayatında hastane yüzü görmeyen adam. Doktor “yaşlılıktan” demiş. Bir gün müşahede altında tutmuşlar, sonra eve göndermişler. Babam “Ne olduysa son bir yılda oldu diyor. Erkek kısmı işi bıraktı mı, hastalıklar peşini bırakmaz. Adam dediğin ölene kadar çalışacak” dedi. Haklı olabilir. İnsan nefesini dinlemeye başladı mı küçük bir soruna takılır kalır.
“İyi misin?” diye sordurmuyor kimseye. Gurur yapıyor. Biraz ilgilenen olsa “Hasta değilim ben, varın gidin, beklemeyin başımda” diyor.
Sessizlik tüm evi sarmış. İnsan bu evde genç de olsa hasta olur. Dedeme hissettirmeden yardımcı olmak istiyorum. Belki biraz konuşsa benimle kendisini dinlemeyi kesse iyi hisseder diye sorular sormaya başlıyorum.
– Dede, biz ne zaman göçmüştük Bulgaristan’dan?
Başını çevirmiyor.
– 51.
Yılın tamamını söylese keşke. İnsanda yine de bir şüphe kalıyor.
– Sen kaç yaşındaydın göç zamanı?
– 12
– …
Yine aynı sessizlik gelip oturuyor odanın ortasına.
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım. Hep kısa cevaplar. Tekrar hırıltılı nefesler. Sonra tekrar öksürükler.
Uzun bir öksürük nöbetinden sonra, soru sormaya da korkar oldum. Sanki nefesini daraltıyormuşum gibi hissettim. Oturduğum yerden pencerenin dışına aktı bakışlarım. Ben küçükken köyün dışında kalan asfalt yol köyün içlerine kadar girmiş. Tozu dumana katan toprak yol, koşarken ayakkabının içine giren taşlar yok artık. Arabaların hızla geçtiği zamanlarda eve dolan tozdan şikayetçi teyzeler de yok. Ama arabalar da yok. Köy sokaklarını dolduran çocuklar da, evlerin tam karşısındaki geniş düzlükte taştan kalelerde maç yapan gençler de. Eskiden köyler yokluk içinde idi. Bence asıl şimdi yokluk içine düşmüş.
Aklıma birden dedemin kahvede namaz öncesi sohbet ettiği arkadaşları geldi. Ezan vakti olmasına rağmen camiye gitmeyip namazını evde eda etmesini hastalığına bağladım. İlk sorulara verdiği cevaplardan ağzımın payını aldığım halde çekine çekine tekrar başladım soru sormaya:
– Dedem, Bekir Amca’yı göremedim kahve önünde, o nasıl?
– Göçeli bir ay oldu.
– Allah rahmet eylesin.
– …
Bu sessizlik tedirgin ediyor beni.
– Ya Muhtar Süleyman Amca?
– O da göçtü.
– Allah mekanını cennet eylesin.
– …
Fotoğraftakiler değil mi saydıklarım? Tekrar baktım fotoğrafa. Dedem radyo başında. Bekir Amca ile Muhtar Süleyman avladıkları hayvanları tutmuş birlikte poz vermişler. Halit Amca mangal ateşinin yanında. Halit Amca’yı da sorsam mı?
– Dede Halit Amca…
Sözüm dedemin öksürüğüyle kesildi. O da sözümü duymuş olacak ki eliyle onun da gittiğini anlatan bir işaret yaptı. Biz büyürken köy bomboş kalmış. Pencere üzerindeki yağmur damlaları gibi köyün insanları da yavaş yavaş akmış kabristana. Kabristan genişlemiş. Şehirler gibi sıkış pıkış olmuş. İnsanoğlu kuş misali diyorlar ya, en son konacağı dal belli olduktan sonra nereye uçarsa uçsun.
Yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı dedem. Kolundan tutup yardım ettim. Pencere kenarına kadar yürüdük. Oturdu. Pencereyi açtı. Temiz hava almaya çalıştı. Yanına oturdum. Gözlerini uzaklara dikmişti. Bir bekleyiş vardı gözlerinde. Mavi gözlerindeki canlılık yoktu artık. Bende baktım onunla birlikte uzaklara. Gözümü diktiğim yerde bir “yok”luk daha fark ettim. Altında gölgelendiğimiz, oyunlar oynadığımız, piknik yaptığımız ve hatta beni büyüten çınar ağacı yerinde yoktu. Sanki en önemli hatırasını kaybetmiş gibi kendimi tutamayarak sordum.
– Dede çınar ağacına ne oldu?
Gözü hâlâ uzaklarda.
– Kestiler… böcekleniyormuş… yerine… ne o?… “çardak” mıymış?… onlardan getireceklermiş… gölgelik….
– …
Bir dedeme baktım, bir eskiden çınarın olduğu noktaya. Dedemin duymasından çekinerek içimde dolaşan iki cümleyi tekrar edip duruyorum.
“Hey gidi koca çınar!”
“Hey gidi Ekrem Çavuş!”
Dedemden müsade alıp dışarı çıktım. Ayakkabılarım asfalta çarptıkça sinir bozucu bir takırtı yayıyordu. Ve hatta ayakkabıma taş girmemesine üzülüyordum içten içe. Açık pencereden dedemin öksürükleri duyuluyordu. Dedemin gözleri uzaklardaki birini bekliyordu. Belki de yakınlaşmıştı beklediği, bilmiyorum. Dedemin söylediklerine inanmamış gibi çınar ağacının bulunduğu noktaya bakıyorum tekrar tekrar. Dallarına tutunan çocukluğum çınar ağacından aşağı bırakıyor kendini. Koşa koşa toprak yola çıkıyor. Nefes nefese koşarken duruyor, ayakkabısındaki taşları temizliyor, sonra tekrar koşuyor.
Ömer Can Coşkun
1 Yorum