Yağmur Sonrası Tıkanan Rögar Kapaklı Dünya

Herkes kapattı pencerelerini, birbirinden habersiz. Bazıları, öyle halsizce üstlerini örtüverdi hatıralarının. Karşıdaki apartmanın dördüncü katından mum alevleri yükseliyor. Gölgelerine bakılırsa körükle gittiği hayatından epey sıkılmış gökyüzüne doğru. Perdesinin üzerinde gezdirdiği kollarını başının etrafında bir hayli uzun süre sıkıştırıyor. Neredeyse titreşimiyle iç kanatacak kadar büyük bir çığlıkla haykırıyor. Beşinci katın balkon ışığı açık kalmış. Belki de duyar ve yardıma gider diyorum ama bayağıdır hiçbir değişiklik olmadı. Sonra biraz daha bekliyorum gözlerim kısık ve donuk. Gözyaşlarım hâlâ içimde saklı, çıkıp kuyusundan konuşmak istiyor fakat var gücümle direniyorum. Kimse neden duymuyor, heyyy size diyorum uyuyup güzelleşeceğini sanan zavallılar diye bağırıyorum ama iç sesim dışıma neden taşmıyor anlamıyorum. Oysaki kadının çığlıkları sağır edecek kadar sert ve rüzgâr durmaksızın üzerime üzerime taşıyor tüm naifliğiyle…

Bir süre trafik lambalarına takılıyor yüzüm. Yanıp sönen sarı ışığı daha bir dikkatle izliyorum. Hiç bu kadar uzun süre bakmamıştım. Bir imge bir çağrışım olsa da kısa bir süre içinde bulunduğum halden uzak bir yerlere taşısa zihnimi, fakat beceremiyorum. Dakikalardır boş gözlerle öylece bakıyorum. Usulca mum alevleriyle göz göze gelmemek için ayrıca çaba sarf ederek balkon camından yansıyan kendime dönüyorum. Bakışlarımı olanca hızıyla ondan da kaçırıyorum. Ellerime dönüyorum biraz soğuktan çatlamış derilerime, henüz kabuk bağlamamış yara kırmızısına. Yüzmek istiyorum derilerimi o an bir bir ve uzak yoldan gelen ve birazdan sessizce şehri terk edecek yük kamyonunun içine gizlice fırlatmak. Belki gülüşü bahar neşesi olan bir nefes yeniden kendine getirir. Gittiği yerde kendinden geçerek kim bilir…

Hiç olmadığı kadar çok üşüyorum. Kimin umurunda ki sanki… Sıcağın koynuna bir kez alışmışsa insan kaskatı kesilmeyi unutuyor. Suyun akışını sessizce izliyor sadece. Kahve bardaklarını dolduruyor en fazla taşkınlıkları. Masamdaki kahveden bir yudum daha alıyorum. Her geçen saniye daha da uysallaşıyorum. Üç emir geziniyor kornişle duvar arasından sızan betonda. Ye, iç ve yat diyor! Sen mi kurtaracaksın uzun yağmur sonrası tıkanan rögar kapaklı dünyayı. Kendi dünyanı oysa kaybedeli çok olmadı diyor bir ses ama tavan arasından mı sızıyor emin olamıyorum. Son günlerde başım ağrıyor o seslerden ve yıllardır hiç ağrı kesici kullanmadığım aklıma geliyor. D vitamini almam gerekiyor, unutuyorum. Baharı bekleyen dalların ucunda aylardır güneş doğmuyor, tepesinde dağın bir kurt bekliyor açlık sınırında. Şehirler karanlık olsa da güvenlidir aslında. Bazen şarkın şarkılarında bir çeşme başında bazen susan kadınların buz gibi bakışlarında.

Dördüncü katın kafası karışık masalları da bir bir terk etti odayı. Belli ki o da yenik düştü rüyanın kalbine. Şimdi daha da yalnızım ve balkon ışığı biraz da trafik lambaları. Radyodan gelen frekansla bilmediğim diyarların geniş bahçelerinde koşmayı hayal ediyorum bir an. Dalgınlığıma geliyor, asfalt seviyorum ben. Perili ahşap köşklerin her yanışında ayrı bir zevk duyuyorum. İçinde bulunduğumuz karanlığı geçmişin yangınla yerle bir olmuş kara parçaları aydınlatacak diyorum sonra. Bizi pişmanlıklar, yanılgılar kendimize getirir belki. Bu cümlede duruyorum çünkü temporal lobumun bilinmeyen bir tarafı bileti kesmiş hızlıca çocukluğuma seyahate çıkarıyor. Caminin karşısındaki iki katlı evin yanışını bütün mahalleli izlerken neler olup bittiğini anlamadan renk cümbüşünü izler gibi kenarda sessizce izleyişimi hatırlıyorum. Çalan radyo değil onu fark ediyorum. Yirmi iki yıl önceki bir hikâyenin iç kanatan sesleri…

Memurlaşacağına yemin etmiş insanların uyku gürültüleri bastırıyor geceyi. Sokak lambasının altında köpekler bekleşiyor. Belki birazdan havlamalarıyla bütün uykuları yerinden edecek. Konforu bir kez bozulsa ölü yatağında tersine dönmeye erinen insanların. Belki o gün yanındaki nefesten gizlice akıttığı gözyaşları temizleyecek tüm suçlarını. Bu saatte altı yüz elli yediye tâbi olmanın verdiği rahatlık var omuzların duruş bozukluklarından ağrıyan yerlerinde. Köpekler de dağılıyor sırayla. Belli ki havlamanın verdiği o eşsiz cesarete bu gece yenik düşüyorlar. Kuytu köşelerine çekiliyorlar bir bir karanlığın kendi çukurundaki yardımıyla.

Karşımdaki duvardaki Yunus Emre hazretlerinin şiirine denk geliyorum bir süre: “Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar.” Bir türlü üzerimdeki ölüyü bırakmıyor. Kelimeleri ya da olmazsa harfleri teker teker kurşuna dizip kaçmak istiyorum. Elimi cebime atıyorum mermi bulurum ümidiyle. Delik cebimde yirmi beş kuruşa denk geliyorum. Tutam tutam sevmek derdiyle tükendiğimi o an anlıyorum. İş işten belki de çoktan geçmiş olacak ki tam o sıra yutkunurken boğazım acıyor. Sevdiğimi öyle bir söylemem lâzım ki yerin yedi kat altından duyulmalı. İçimdeki bulutlara kadar uzatmalıyım hatta dilime aniden sızıverecek sesleri. Sonra balkon camından yansıyan kendimle karşılaşıyorum yine. Bu kez üzerimdeki kelimelerle beraber yakalanıyorum ve ondan da kaçamıyorum. Elimi kirpiklerime yetiştirmeye çalışıyorum alelacele. Fakat ona da yetişemiyorum. Önümdeki kâğıdın sol alt köşesi sırılsıklam. Sanki yeryüzünün yol kenarlarındaki su birikintileri oraya toplanıvermiş. Dağılıveriyorum her tarafımdan. Çaresizce gecenin koynuna yalvarıyorum, beni bul ve kaybet. Dinlemiyor bile, buluyor ve geçip gidiyor önümden umursamaz bir halde. Bu defa söyleyeceğim. Cesaretimin bir kısmını yanıma alıp söylemeye karar veriyorum. Diyaframımda ne kadar çaresiz kalmışsa nefesim, şimdi sessizce gitmeden önce:

Korkuyorum.

Enes Bayoğlu

Resim: Joaquín Sorolla

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • sünbül , 19/03/2019

    altı çizilesi, kafaya mıhlanası o kadar değerli cümleler var ki.. çok güzel bir yazı, şiir gibi olmuş hem.. çok güzel..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir