Uzak

 

Bizi kimse anlamıyor artık bu şehirde. Gitmeliyiz. Uzaklara, çok uzaklara. Kalbimizi burada unutabilecek kadar uzaklara. Belkide kaçış bu. Ne dersen de ama gidelim yeter ki. Gidelim kimsesizliğimizin engin ufuklarına, çaresizliğimizin haykıran koylarına.

Mahfuz, dönüp uzaklara, ufuk çizgisini dalgalarıyla ayaklarının dibine getiren ve kendisini de o dalgalara katıp tekrar geri dönen denizin uçsuz bucaksız ahengine baktı. Sonra neden usulca Mustafa Cemal’e dönüp; “Uzaklar; bizi acılarımızdan uzaklaştıracak  kadar uzak değiller. Daha altı ay önce seninle tüm hayatımızı bir bavula sığdırıp buraya gelmedik mi, oradan da acılarımızdan sıyrılıp mutluluğun nasıl bir tadı olduğunu anlamak için gelmedik mi? Sen çözümü kendinden uzakta arıyorsun. Bu çözüm değil. Bir kalbin oluşunun bedeli acı çekmektir ve sen kalbinin bedelini ödemeyip, kaçmak istiyorsun. İmkânsıza talipsin.”

Mustafa Cemal, sanki son nefesiymiş gibi bütün şehri içine çekercesine derin bir nefes aldı ve sonra Mahfuz’a dönüp; “ Hayır, bu seferki çok farklı. Diğer yerlerden gelişimizin tek sebebi parasızlıktı. Oralardan gelişimizin tek sebebi; insanların bizden öte bir topraktan yaratılmış olduklarını sanmaları ve bizim hayal dünyamızı kendi gece hayatlarından ibaret kılmak istemeleriydi. Oysa biz, sadece ekmek yiyebilecek kadar acıkır ve sadece karnımızı doyuracak bir ekmeğin hayalini kurabilirdik. Ve bu yüzden oralardan kaçıp geldik. Ama bu seferki çok farklı. Kalbim aç Mahfuz, kalbim, işte tam şurası; aç. Ve kalbimi neyin doyuracağını hiç bilmiyorum.

Mahfuz, bir süre sustu. Sanki geçmiş, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Mustafa Cemal’le beraber büyümüşlerdi. Top oynadıkları o mahallede kaç defa düştükleri yerden bir birilerine dayanıp ayağa kalkmış ve birbirilerinin kanamış dizlerini temizlerken sanki kalplerini temizliyorlarmış gibi titiz davranırlardı. Ama bu seferki çok farklıydı. Mustafa Cemal’in gerçekten kalbi kanıyordu ve Mahfuz ne yapacağını bilmiyordu.  Mustafa Cemal’e doğru yürüyüp, elini dizine koydu. “Sen ağlamak istiyorsun. Sen denizi gözlerine getirmek istiyorsun; çünkü sen seviyorsun. Sevmek; ekmeğin yokluğuna, çölün kavuruculuğuna benzemez. Sevmek çölde susayıp, suya dokunmaktan korkmak gibi bir şeydir.  İşte bu yüzden bu şehirden gidemezsin sen. Kalbin sana yol vermez. Bütün köşe başlarında onun hayali gelir keser yolunu. Adımların sana boyun eğmez. Yürüdüğün her yol onun kalbine çıkar ve sen yine için paramparça dağılır geri gelirsin; ama gidemezsin.”

Mustafa Cemal’in gözyaşları yanağından aşağı süzülür bir vaziyette dönüp Mahfuz’a sıkıca sarıldı. Mahfuz da ağlamaya başlamıştı. Öylece denize karşı dakikalarca ağladılar. Sonra neden Mustafa Cemal,  Mahfuz’u mengene gibi sarmış kollarını gevşetti ve banka oturup, konuşmadan denize doğru bakmaya başladılar. Mahfuz paltosunun yırtık cebinden bir sigara paketini çıkarıp Mustafa Cemal’e bir tane uzattı bir tane de kendisine alıp, sigaralarını yaktılar.  Saat bir hayli geç olmuştu. Denizden esen rüzgâr ikisinin de saçlarını yalayıp, şehrin boş sokaklarına sigara dumanını dolduruyordu. Birden bir çift ayak sesi gelmeye başladı. İkisi de bu sesi duymuş; ancak başlarını çevirip sesin geldiği yöne bakmamışlardı. Sigaranın dumanı Mustafa Cemal’i bir hayli öksürtmüştü. Mahfuz, “İyi misin” diye sordu?” Mustafa Cemal, “İyiyim iyim yok bir şey. Öldürecek ya, provasını yapıyor.” deyip, hafif tebessüm etti. Ayak sesleri kendilerine iyice yaklaşmıştı ki aniden Mustafa Cemal sesin geldiği yöne doğru dönüp baktı ve “Bu o!” deyip öylece kala kaldı…

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir