Penceremin ardında, yağmurun büyük olay çıkarttığı bir gün, çoraplarımı çıkarmış vaziyette televizyonun karşısında yatıyordum. Bu yatış şeklini dünya üzerinde en iyi anlatan kelimenin adı “gebeşlenme”. Mucidi anneannem. Bir defasında yine böyle yatarken odaya girip, “Çocuk sen neden sürekli böyle gebeşleniyorsun? Kalk mutfaktaki bidonları al da su doldurmaya git, hadi!” demişti. O zamanlarda eve su sipariş etmek, hatta sipariş etmeyi düşünmek bile en büyük günahlardan sayılıyordu. Neresinden bakarsan bak güzel günlerdi. Neyse, harladığım kombi, yaktığım sigara, demlediğim çay ve saçma sapan gündüz kuşağı programlarıyla beraber gebeşlenmenin nirvanasına ulaşmış vaziyetteydim. Dokuz şiddetindeki bir deprem ya da ev sahibemin kapımı çalması dışında hiçbir şey keyfimi bozamazdı.
Bunları düşünüp sırıttığım bir vakitte kapı büyük gürültüyle açılıp, kapandı. O an deprem oluyor düşüncesiyle yattığım yerden fırlayıp hemen masanın altına sığındım. Kapının gürültüsü, ritmi bozuk ayak seslerine evirildiğinde her şeyi yanlış anladığımın farkına vardım. Gelen abimdi. Büyük bir hışımla odaya girdi.
– Asım neredesin?
– Buradayım abi
– Hani ulan neredesin?
Masanın altından çıkıp “Buradayım işte, hayırdır oğlum? Az sakin ol” dedim hafifçe gülerek. Masanın altından çıkarken söylediğim bu sözler karşısında abim bir süre bana bakıp “Kardeşim sen mal mısın? Ne işin var masanın altında? Yine deprem oldu zannettin değil mi? Sersemsin vallahi sen! Ulan Nadir Çarşı’dan aldığımız 35 liralık masanın, seni şu moloz yığınından kurtaracağının mı sanıyorsun! Garip adamsın.” diyerek çocuk gibi azarladı. Belli ki dışarıda bir şeylere sinirlenmiş ve bu siniri bir şekilde savurması gerekiyordu. Onun, böyle zamanlarda bana patlamasına ses çıkarmazdım. En sonra böyle bir mevzu olduğunda sinirini benden çıkarmak istemiş, ben de atar yapınca dışarı çıkıp bakkal Rüstem’e saldırmıştı. Rüstem ters bir adamdı ama, benim biraderin de pek düz biri olduğu söylenemezdi. O olaydan sonra davalık oldular, abim adli kontrol şartıyla salıverilmişti. E olan bana oldu, kapımın önündeki bakkala gitmeyip, 50 metre uzaklıktaki bakkala gitmek zorunda kalmıştım.
Abim elleri cebinde odanın her metrekaresine adımlarını atıyor, bende dünyanın dönüşünü izler gibi onu izliyordum. Neden sonra dayanamayıp “Ne olduğunu anlatacak mısın? Başım döndü başım! Otur da anlat be adam!” diye çıkıştım.
Abim koltuğa oturup, “Ulan bu yapılır mı be? Ulan bana yapılır mı?” diyerek söylenmeye başladı. Jest ve mimiklerimi kullanarak “Sana ne yapıldı?” diye sordum.
Sessizliği kedimiz Bıldırcın’ın miyavlaması bozdu. Bıldırcın abimin kucağına çöreklenip yalanmaya başladığında bana bakıp:
İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş ve sonra kül ve küllerin içindeki kemikler…
Kemikler ve küller…
Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeydim?
İşte yeni anlaşmam:
Geceleri güneşli olmalı ve Ağustos da karlı.
Büyük şeyler sona erer, küçük şeyler bâki kalır.
Toplum böyle parçalanmaktansa, yeniden bir araya gelmeli.
Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz.
Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz, suları kirletmeden.
Deli bir adam, size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası?
Anne, başının etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış…”
Abimin bu çıkışı karşısında ben donakalırken, Bıldırcın büyük bir korkuyla küçük odaya doğru kaçtı, çayın demi çöktü, küller havada uçuştu, perdeler modern dans figürleri sergilemeye başladı ve daha bir sürü şey. Evde canlı, cansız ne varsa şaşkınlığını gizleyememişti. Kısa süreli şoku atlattıktan sonra “Neydi şimdi bu?” şaşkınlıkla sordum.
– Tarkovsky
– Ne?!
– Tarkovsky’den alıntı lan işte. Sanat yoksunu, duygusuz herif!
“Ne oldu abi ne oldu? 30 kere mi sorayım, anlatsana” diye çıkıştım. Elleriyle saçlarını hızlıca karıştırdıktan sonra “Ne olacak, Asya beni terk etti. ” dedi büyük bir üzüntüyle. Kafamda milyon tane senaryo kurmuştum ama bu aklımın sokağına dahi girmemişti. Dayanamadım bastım kahkahayı. Öylesine gülüyordum ki neden ayrıldığını dahi soramamıştım.
Neden sonra abim gülmemden rahatsız olmuş olacak ki “Yeter!” diye bağırdı. O an gülmeyi bıraktım ve ağzımın fermuarını çekip, oturuşumu düzelttim. İkimiz de susmuş, salonu kaplayan halıda, üreticisi herhangi bir hata yapmış mı diye desenlerine incelemeye dalmıştık. Her karesini bilim insanı gibi derinlemesine inceledikten sonra dayanamayıp kalkıp mutfağa gittim ve sallama çay yapmaya koyuldum.
İçeri geldiğimde abimi koltuğa tamamen yayılmış halde buldum. “Doğrul hadi, iç şu çayı da kendine gel.” Çay öyle bir içecek. Derde, mutluluğa, çaresizliğe hatta gebeşlenmeye bile ortaktır.
Çayımı karıştırıp, kaşığı masaya usulca bıraktım. “Anlat hadi, bu kadar gizem yeter. Sıkılmaya başladım. Neden terk etti Asya? Ne yaptın acaba?” diye sordum.
– Oğlum bak anlatacağım ama gülersen seni oyarım!
– Gülünecek bir şeyse gülerim vallahi hiç kusura bakma!
– Sen yine de gülme, ben de kusura bakacağın şeyler yapmayım!
Gülmememin hiçbir garantisi yoktu. Kapıdan girişi, oturuşu, siniri, pişmanlığı… Her ne varsa komik bir hal almıştı benim için.
“Oğlum her zamanki kafede buluşmak için sözleştik. Ben biraz dışarıda oyalandım. Bu sebeple de geç kaldım. Kafeye geldiğimde kahvesi yarıya inmiş çoktan. Kusura bakmamasını, trafiğe takıldığımı bu yüzden geciktiğimi söyledim. E tabiî hiçbir tesiri olmadı. Gecikmemin nedenini açıklamaya çalıştığım her an, siniri daha da artıyordu. Sonrasında da dayanamadı ‘bana yalan atmayı bırak Behçet’ diye kükredi. Son kez özür dileyip kendime bir çay söyledim. Asya’nın bana olan kızgınlığı bir kenara dursun, oturduğum ilk andan itibaren üzgün olduğunu fark etmiştim. O eğer bir şeye kafayı takar ya da çok üzgün olursa ellerini göğsünde kavuşturur ve aralıksız bir şekilde bacaklarını sallardı. Çayım geldikten sonra neden üzgün olduğunu sordum. Ev arkadaşıyla tartıştığını, üstüne de iş yerinde sorunlar yaşadığını anlatmaya başladı. O kadar hızlı ve seri bir şekilde anlatıyordu ki, ağzından çıkan cümleleri yakalayıp beynime sokmak için büyük çaba gösteriyordum. Zaten ne olduysa bundan sonra oldu. Onun hızla kurduğu cümleleri anlayabilmek için beynimi epey bir zorladım. Dünün verdiği uykusuzluk da üzerine eklenince, uyuyakalmışım.” Dedi ve kafasını öne eğdi. Hayatımda duyduğum en saçma şeydi ve dayanamayıp gülmeye başladım. Bir insan nasıl olur da oturduğu sandalyede uyuyakalır, anlamak mümkün değil. Abim “Gülmesene lan! Ne gülüyorsun!” diye sert bir çıkış yaptı. Gülmemi kesmeyerek “Ee sonra ne oldu?” diye sordum.
“Sonrası ne olacak, Asya o kadar odaklanmış anlatıyormuş ki ben bunun farkında değildim. O da benim uyuduğumun farkına varmamış önce. Sonrasında horlamaya başlayınca anlamış neyin ne olduğunu. Yüzüme savrulan suyun yarattığı tokat etkisiyle kendime geldim. Anam içim geçmiş ya, pardon demeye kalmadan, benden adam olmayacağını, benim gibi bir herifle bir dakika bile durmayacağını söyledi. Masadan kalktı ve bir daha sakın beni arama Behçet, sakın diye son bir kükreyişten sonra çekti gitti. Bende hesabı ödeyip kalktım eve geldim.” diye sözlerini tamamlayıp montunu çıkarıp yere fırlattı. Bir süre bana baktıktan sonra “Ne yapacağım ben şimdi? Bunu nasıl telafi edeceğim, akıl ver bana, çözelim bu işi” dedi.
Gülmemek için çenemi o kadar sıktım ki, konuşmak için ağzımı açamadım bile. Son bir gayretle “Ya abi her şeyi anladım da o nasıl bir açıklama ya? Ulan Bartın’da yaşıyoruz biz. Burada nasıl bir trafik olabilir? Bir ucundan diğer ucuna yürüsen bir saat almaz neredeyse. Ne cins bir adamsın sen ya” dedim. Cevap vermedi.
Oturduğum koltuğa yatıp “Sana akıl veririm ama karşımda uyumayacağının garantisi yok. Gözlerin gidici resmen. Bu yüzden önce git bir bardak soğuk su iç, sonra da erkenden uyu, ayıkken anlayamadığın şeyleri belki rüyanda çözersin” deyip dokuz şiddetindeki bir deprem ya da ev sahibemin kapımı çalması dışında hiçbir şeyin keyfimi bozamayacağı gebeşlenmeme devam ettim.
Süleyman Mete
3 Yorum