Türkiye’nin Hüznü

Sabahın erken saatlerinden beri koşturmaca içindeyim. Hâlbuki bu akşam sakince eve varmalı, güzelce giyinmeli ve söyleşide çok güzel konuşmalıyım. Evet takdir edilmek, fark edilmek, hoş sözler işitmek ihtiyacım var. Fakat bunun da ötesinde, benim üslûbum ve cümlelerimle duyulması gerektiğine inandığım meseleleri anlatabilmek için belki, bu akşam güzel olmalıyım. Şimdiden pek yorulmasam iyi.

Öyle ya da böyle üzerimde artık bir ‘yazar’ etiketi var malûm. Öğrencilere -dolayısıyla velilere- sosyal etkinlik gibi bir çalışma yapmak isteyen yüksek bütçeli özel okulların masrafsız konuğuyum. Çünkü Ermeni soykırımı iddiaları yalandır ve Nobel’e tenezzülüm yoktur. Ve çünkü hiçbir belediyenin ve siyasetçinin arka bahçesi olmamaklığım bile mutlu olmama yetmektedir. Ve çünkü sakındığım ve tövbe ettiğim şeyle sınanacağımı bilmekteyimdir. Yani bu tumturaklı ifadelerden sonra bir belediye başkanına kitaplarımı imzalayıp kendilerinin takdir ve tensipleriyle bir makama tayin edildiğimi görürseniz hatamı yüzüme vurmayın, gücenirim alimallah.

Tam da belediyenin önünden geçiyorum. İçinde neler döndüğünü çok iyi bildiğim binanın önünden. Haziran sıcağı ve lodos başımda tepiniyor. Biraz alışveriş yaptım da yoruldum. Ensemden süzülen ter damlaları gömleğime iz yapar mı diye düşünmeden edemiyorum. Sıcaklarda başıma hep keskin ağrılar girer. Yine öyle oluyor. Ağrının sebebini bilmenin verdiği rahatlıkla çınar gölgelerini kolluyorum. Ağaçları ilk defa bu kadar minnet dolu gözlerle süzüyorum galiba.

Bahadır Dadak’la birkaç yıl önceki sohbetimiz aklıma düşüyor. Yine böyle sıcak bir havaydı hatırladığım. Konuşmanın gidişatında bir şeylere kızıp  “Bazen bu memleketin üstüne ispirto döküp yakasım geliyor” demiştim. Onun da dünyayı yakası varmış meğer.  “Benim dünyam da Türkiye” dediğimi iyi biliyorum. Bilmem bunları söylerken boyun damarlarım da şişmiş miydi?

Türkiye’nin hüznü buralarda başlıyor diye içimden geçiriyorum. Kendisini çok sevenlerin ve hizmet edenlerin neredeyse asla nimetlerinden faydalanamadığı; üstüne üstlük bu muhteşem sevgiye karşılık bulamayınca, sevilene zarar verme arzusunun gönüllerde açtığı tahribatla sevgilerin tazelendiği bir kısır döngü. Bu Türkiye’nin hüznü olabilir evet. Karmaşık şeyler. Düğümlerini çözemediğim veya çözüldüğünde gerçekliğine tahammül edemeyeceğim için öylece ortada bıraktığım şeyler. İnsanın kendine karşı cesur olabilmesi ne güç. Biz işin kolayını tutalım.

Yine gölgeden, bir önceki gün aldığım ayakkabıların değişimi için, ellerimde bir sürü poşet, mağazaya uğruyorum. Türk markası olduğu için hep tercih ettiğim bir mağaza. “Bunlar giyilmiş” diye değişim kabul etmiyorlar. Ayakkabıları evet önce alırken burada ve sonrasında evde giydiğimi tatlı bir dille izah ediyorum. Otuz gün içinde iade veya değişim yapabilirsiniz demiştiniz diyorum. Yine kabul etmiyorlar. Peki deyip dönüyorum. Hiç tartışamam şimdi. Eskiden de böyle şeyler için tartıştığımı hatırlamıyorum ama şimdilerde daha bir tartışamam. Haklısınız kardeşim, hayırlı işler.

Her sezon ‘yeni evlenenlere müjde’ ve ‘kapatıyoruz, maliyetine satışlar’ sokağından yine gülerek geçiyorum. Emekliye her ay zam müjdesi veren gazetelerle yarışır bu dükkânlar. Ha bir de sekiz yüz doksan dokuz değil dört yüz doksan dokuz nokta doksan dokuz Türk lirası kıyafetler. Kim iddia etti sekiz yüz doksan dokuzu bilmiyorum. Fakat bu sokağın da kendine has bir cazibesi olduğunun farkındayım. İnsanların işitmeye ihtiyaç duyduklarını ustalıkla dile getiriyor esnafı. Amme hizmeti bir yerde. Hani sokak bir insan sûretine bürünse, Ekmek Teknesi’ndeki Cengiz olurdu şüphesiz diyorum.

“Bedava yaptık koş koş koooş!”

Nakit durumum iki gündür zayıf. Cüzdanımda üç tane gram altın var. Şunları bozdurayım diye sokağın bitimindeki kuyumcuya giriyorum. Hem söyleşiye giderken de cebimde üç beş bir şeyler olsun. “Maalesef abi bozamıyoruz” diyor kuyumcu. Sebebini sorduğumda ise nakitlerinin olmadığını söylüyorlar. Kuyumcunun yüz ifadesine hepimiz aşinayız. Kendi söylediğine inanmayan ve bu durumu karşı tarafın da bildiğinin farkında bir dudak bükmesiyle iki yana açılan eller… Tabii ben böyle en az yedi sekiz tane kuyumcu geziyorum. Hemen hepsinde aynı ifade ve nakit yok gerekçesi. Çaresiz birkaç yere daha uğrayıp, aynı cümlelerle karşılaşıp, güç bela yok fiyatına birinde bozduruyorum. Sakince terk ediyorum orayı. Ömrümde ilk defa kenara attığım birkaç parça altının pul olması beni üzmüyor. Nasip nedir biliyorum. Yine de içimden bir şeyler dökülür gibi oluyor.

Nasıl desem, görülen, şahit olunan ilk ölüm gibi bir şey bu dökülen. En sevdiklerimizden birinin ölümü. Hani o ölüme tanık olduktan sonra insan hep diğer yakınlarının yahut kendisinin nasıl göçeceğini tahayyül etmekten kendini alıkoyamaz ya. Öyle. Babam nasıl ölecek, ya annem? Trafik kazası mı, hastalığın hangi türlüsü? Belki çok ağrılı. Acaba ibadet ederken ölmek içimizden birine nasip olacak mı? Öyle ya artık gazalarda ruhumuzu teslim etmek bir hayâl bile değil belleğimizde. Sonra hastanede köşelerinde ölmek mi, kendi yataklarında mı? Bak, ben bile hastane ‘köşeleri’ dedim aşağılarcasına. Demek ben de hastanede ölüm gelsin istemiyorum, tuhaf. İşte öyle bir şeyler dökülüverdi içimden ki sanırım bundan sonra altınlar ve kuyumcularla ilişkim biraz serin olacak. Kuyumcu dendiğinde ağzımın tadı bozulacak. Sık sık hatırlamak zorunda kalmamak dileğiyle diyelim.

Vakit ikindiye yaklaşırken soluklanmak için bir çay ocağına oturuyorum. Söylemeden edemeyeceğim, ellerinizde poşetlerle bir çay ocağına oturmak hep büyük bir meseledir. Nereye koyacağınızı bilemezsiniz onları. Eğer dibinizde küçük bir elektrik panosu varsa ne alâ. Yanına iliştiriverirsiniz. Ama bir sandalye veya tabure üzerine koyacak olsanız, zaten tek başınıza dört kişilik bir masayı işgal etmenin verdiği vicdan azabı, boştaki sandalyeyi de meşgul etmenin kederiyle birleşir. Bir de mekân kalabalık ve yer kısıtlıysa o sandalyeyi de işgal etmemek için soğuk terler dökersiniz. Hah işte o terleri dökerken hemen az ilerimizdeki bankanın güvenlik görevlisine gözüm ilişiyor. Öğle yemeğini çok yemiş de yemekten on dakika sonra bir sade soda içmiş gibi. Bardakta ve bir dilim limonlu. Sonra da biraz borsaya bakmış, kısa al-satlarla meşgul olmuş gibi. Şimdi de müşterilerle ilgileniyor. Bu sıcağın alnında emekli maaşlarını çekmek için yaşlılara yardımcı olması onu bunaltmış olmalı. Sonra öğreniyorum, promosyon dönemiymiş, o yüzden bir yoğunluk varmış. Emekli maaşı meselesi değilmiş. Bunu da nerden öğrendin demeyin, çay ocaklarında hemen her şeyi öğrenirsiniz.

Bir anda lodos hafif serin esmeye başlıyor ve derin bir nefes alıyorum. Kuzguncuk sokaklarını özlüyorum aniden. Ayıptır söylemesi orada yediğim mantıyı. Acıktım galiba. Ne diyordum, Kuzguncuk sokakları. Ne serin sokaklardır onlar öyle. Ne hoş yürüyüşler. Aynalar sonra aynalar. “Aynalardan kaçarken özlenmeyi beklemek”. Bembeyaz dişli, allı morlu etekli güleç bir çingenenin elime tutuşturmaya çalıştığı güller. Gülümsemeler. Birkaç haftada hatta bazen birkaç günde tüketilen sosyal medya akımlarının arasında aşkın ne idüğünü anlamaya ve anlatmaya çalışmanın verdiği tatlı yorgunluk…

Sebepsiz -sebepsiz mi sahiden- bir gönül burukluğuyla bu hayâllerden sıyrılıyorum. Sıyrılırken fanilik gömleğini de üzerimden sıyırıp atamadığıma hayıflanarak. Kalkmadan, promosyonlarını almak için akın akın seğirten alnı secdeli insanımızı izliyorum. Güvenlik görevlisi terlemiş. “Acele edelim, saat beşten sonra işlem alınmayacak, çok sıra var” diyor.

Hakikaten saat beşe geliyor. Programa daha var ama kalkmalıyım artık.

Artık evdeyim çok şükür. Akşam yemeğinden sonra notlarıma son kez göz atıyorum. Alaca Mescit, Okuma Yurdu, Vehbi Bolak, Leblebici Raşit Efendi, Dramalı Rıza Bey, Kürseli İzzet Efe, Pşevu Ethem Bey ve elbette Hasan Basri Çantay. Gerçekten böyle anlarda; bir marşandizle, işgal kuvvetlerinden silah ve mühimmat kaçıran acemi bir kuvvacı gibi heyecanlı oluyorum. “Gözlerini parlatan şey için savaşmamak ne büyük korkaklık” demişti şimdi ismini hatırlayamadığım bir sosyal medya kullanıcısı. Tam olarak öyle.

Okula ulaşmam biraz netameli oluyor. Okul idaresi yazar olduğum için olsa gerek, arabam vardır diye düşünmüş. Yerleşke şehir dışında olduğu için taksiye mecburum. Tabii taksicinin ülke ekonomisini on dakikada düze çıkarması beni ferahlatıyor.

Okulda, sağ olsunlar beni çok güzel karşılıyorlar. Programı tertipleyen hanım hocalardan birisi kitaplarımın nerede olduğunu soruyor. Ne kitabından bahsettiğini anlamayınca, “Program sonu kitaplarınız için bir stant açıp satmayacak mısınız?” diyor çekinerek.

Aylardır saklı tuttuğum öfkem damarlarımda dolaşıyor.

Hınca hınç dolu salona bu hınçla giriyorum.

***

Salondakilere, içinde ne dolaplar döndüğünü iyi bildiğim belediyeyi, bizi aptal yerine koyduğunu sanan ve avami tabirle kazıklayan kuyumcuları ve ayakkabıcıyı, paralarına haram bulaşmış şu garip milletin tamahını, şu küstah taksiciyi, cebimizden ve ömrümüzden çalınanları; ne bileyim işte süte su katan sütçüyü, şu üçkâğıtçı telefoncuyu, şu aşağılık politikacıyı, Kuzguncuk sokaklarında bıraktıklarımı anlatmak hırsıyla dolup taşıyorum.

Fakat Kuvayı Milliye’nin tertemiz hatıralarına sığınıyor, onları anlatıyorum. Bu yaptığımın işin kolayına kaçmak olup olmadığını hiç düşünmüyorum. Zor hangisidir biliyorum.

Yine de bazen bu memleketin üstüne çiçekler dökesim geliyor.

Başka bir dünyanın, başka dünyaların, bambaşka bir Türklüğün mümkün olduğu bir hikâyenin peşinden koşuyorum.

Hüznümüz tam da burada başlıyor.

Samet Çıldan

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Feyza Uçak , 15/06/2024

    Okurlar yazıları özlemişti. Artık övmeye ne hacet, “her zamanki gibi” demek kafi. Kaleminize, kelamınıza, yüreğinize sağlık.

  • İsmen , 15/06/2024

    Türkiye ne kadar iyiyse ben o kadar iyiyim.
    Değil.
    Türkiye ne kadar iyiyse dünya o kadar iyi.
    Abdüssamet Ağabey, bu söylemin akçesi sende geçiyor. Allah niyetini sahih eylesin.
    Ne yazık bugün Türklüğü ağzına sakız edenler evvela garip ve mazlum memleketlerin yardımlarını keseceğinden söz vuruyor. Elbette bize nasip edilen Türklüğe sövecek değiliz. Elbette bu bir sınavdır aynı vakitte.

    • Samet , 15/06/2024

      Türklük de büyük bir nimettir zannımca. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Bu şükrü de eda edebilmek dileğiyle. Teşekkür ederim arkadaşlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir