Toprakla Sema Arasına Sıkışan Ruhlar

Davut Bayraklı, iç sesini kaybetmiş metropol insanını anlatıyor. Davut Bayraklı aslında hepimizi anlatıyor. Duyuyor musun?

***

“Bu yazı toprağa yazılmıştır. Bu sözler semaya söylenmiştir. Belki de, sözler toprağa söylenmiş, yazı semaya yazılmıştır. Önemli olan kime yazıldığı söylendiği değil, ne yazıldığı ve ne söylendiğidir.”

Başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki. Duydukları, işittikleri inanılacak gibi değildi. Bu rüya mıydı? Yoksa gerçek mi? Bir düş, bir rüya nasıl olurda bu kadar gerçek olurdu? Anlamak için aklını çatlatması gerekecekti belli ki! Derviş yine bir ziyarette bulunmuş, ancak bu kez eskisine oranla bu ziyaret onu silkelemişti. Her zaman yaptığı gibi yaptı. Yataktan çıktı ve niyetini tazeleyip yavaşça ve pişmanlıkla namaz abdesti aldı. Belki de aldığı şey abdest değil de nefesti. Zira bu hali her yaşadığında nefes almakta zorlanır, terler, boğulur gibi olurdu.

Düşünceye daldı ve neler olduğunu anlamak için sözlerin tamamını hatırlamaya çalıştı:

“Kulağını açıp iyi dinlersen eğer, anlatılan bu hikâyede kendi kişisel menkıbeni bulacaksın ey oğul! Bu belki senin, belki toprağın, suyun, havanın, belki de semanın hikâyesi. Ulak maksat değildir. Sen onun anlattıklarına bak. Can kulağıyla dinle onu. Ki maksat hâsıl olsun. Kelam, kaleme düşmeden maksadını bulsun. Yazı, kelâmın kaleme şirk koşmasıdır evlat! Bunu böyle bilesin. Bu her kelâm için geçerli bir ifade de değildir. Önce bunu bil. Sadece sana anlatılanlar için bir gerçektir bu ifade.”

“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” dedi. En sevdiği tesbihatı dudaklarına yapıştırarak yatağa geri döndü: “Subhanallah!” Hâlâ korkusu dağılmamıştı. Derviş Kılıç yine kesmişti nefesini. Uyarı ve ihtarları yine içini bin parçaya bölmüştü.

Hemen bir iç muhasebeye girişti. Ne eksikti? Yarım kalan neydi? Parçalar neredeydi? Yatağa oturmamış, kenarına çökmüştü. Zihninde dolanmaya başladı Pir’in sözleri; “Toprağa ve semaya yazılmıştı bu yazı.”

Yazdıklarını düşündü önce. Sonra vazgeçti ve söylediklerini düşünmeye başladı. Ne olmuştu? Neden böyle buyurmuştu Pir? Tespihe davrandı aceleci bir hareketle. Zikir hem kalbini açıyordu, hem de zihnini. “Yine Rahman’a sığınmak en iyisi galiba” dedi. Toprağın ve semanın rabbine hamd etti önce. Sonra toprağa, havaya, suya ve semaya yazılanı düşündü.

Derviş’in sözleri ruhunda yankılanmaya devam ediyordu:

“Kulağını içine ver, içini dinle. Ben konuşurken gönlünü aç. Zira bizim kelimelerimiz senin kulaklarına söylenecek cinsten kelimeler değildir. Hak’tan gelen, elbette Hakk’a gidecektir. Toprak, toprağa karışır. Su, suda kaybolur. Her şey aslına rücu eder. Sende bir gün aslına rücu edeceksin. Elinde ne varsa sana O verdi. O yüzden de sakın kaybetme telaşına düşme. Zira sahip oldukların, hiçbir zaman senin olmadı zaten. Asıl, sana emanet olarak verilenlere sahip olduğun zannına kapılıp, onlar sana sahip olmuşsa, o zaman telaşa kapıl, o zaman kaygılan. Dünya malı ve dünya sevgisi zehirdir. Panzehiri ise Hakk’ın ismini aşkla zikir etmektir. Fikrin zikrinde erirse, o zaman senin için bir umut ışığı görünür. Kalbini sahibine ver. O kalp dediğin ev senin değildir. Sen ne hakla ev sahibine sormadan eve misafir alıyorsun!”

Şimdi bazı şeyler yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı. Kalktı yerinden usulca. Seccadeye davrandı hemen. “Teheccüd, bunalan her ruha şifadır” diye düşündü. Yüzünü kıbleye; ruhunu, gönlünü, aklını ve aşkını Rahman’a çevirdi.

Şimdi daha açık bir zihinle düşünebilirdi, şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak. Zihni berraklaşmıştı tesbihatlarla. Önce birkaç gün geriye doğru gitti. Dervişe sefa, hastaya şifa olan çaylarını yudumlarken yaptığı sohbette aradı çaresini. Biliyordu, o sohbetlerin birisindeydi bu eksik kalan, bu yarım kalan rüyanın devamı.

Bir Kaç Gün Öncesi

Eski bir pikapta çalan şarkı içini dağlamaya yetmişti.

“Bir gönül hikâyesi anlatırdı gözlerin,

Uzaklarda olsan da senin kalbimde yerin.”

Derin düşüncelere daldı, yanındaki dervişin varlığını unutarak. Aklı toprağa ve semaya gitti. Sonra havayı ve suyu düşündü. Kaos ve kargaşa varken, rüzgâr öyle şiddetli esiyorken şarkı söylemenin anlamsızlığı zihninin bir köşesinde duruyordu. Önce toprağı karşısına aldı… Sonra semayı… Derken böyle devam etti. Sessizce düşünmeye başlamıştı.

“Konuşarak kavga başlatan, konuşarak kırgınlıklarını arttıran insanlara inat susarak seveceğim seni” dedi. Bir an halinden şikâyetçi olmak istedi. İçini dışına çevirip, kendine, kendisini anlatmayı arzu etti. Kaybettiklerini bir kefeye, kazanamadıklarını yine aynı kefeye koydu. Diğer kefe zaten hep boştu. Yine zarar ettiğini gördü. Yine terazinin yanlış yeri havalanmıştı. Kaybedilen her sevgiliyle aslında birazda kendimizi kaybediyoruz” dedi derviş, içine düştüğü düşünce girdabından çıkmasını isteyen bir edayla. Duymadı bile! Nasıl dalmışsa, nerelere kadar gitmişse! Duymadı. Duymasına da imkân yoktu.

Ya yanlış yerlerde yanlış şarkıları okuyordu, ya sesinin duyulmasını imkânsızlaştıran gürültüler içinde bir türkü tutturuyordu. Anlamsız ve nafile bir çabaydı. Biliyordu. Ama yapacak bir şeyi de yoktu. Derviş ses etmedi. “Biraz daha dalsın, biraz daha düşünsün; bu çay soğur, yenisi gelir, en fazla o da soğur ama üçüncüde daldığı yerden ya vurgunu yer çıkar ya da biz tutar alırız onu oradan” diye düşündü.

Fark etti ki, geride kalan zamanda kaybettiği her dostla bir parça kendisi de azalmış ve böyle böyle tükenmeye yüz tutan bu hâle gelmişti. Kaybetmek korkusu, kaybetmenin başlangıcıydı oysa. Bir gün derviş “Bir kere korkarsan, hep kaybedersin.” demişti ona. Bin yıllık bir mektuptu bu oysa. Ümmi bir bedevi için bir anlamı yoktu mektubun, yazının ve harflerin. O sadece bir kâğıttı bedevi için. Düşündü, suyun yanı başında yaşayan için susuzluk sadece düşünceden ibaret bir cezaydı. Sonra aklına o eski hikâye geldi. Çölde yaşayan bir âşık, sevgilisi için yıllarca ağlayıp gözyaşlarını bir testide biriktirmiş ve nehrin yanında yaşayan yâre sunmuştu. Her gün su sesiyle uyanan, hayatında hiç suyun eksikliğini hissetmeyen kadın anlamsız bulmuş bu hediyeyi. “Bir testi su! Hepsi bu mu yani?” demiş. İçinde kaç bin damla gözyaşı, kaç bin gece kahır olduğunu düşünemeden.

Testi kırıldı… Gönül kırıldı… Ama aşk bâki kaldı. Her şeye rağmen!

Birden kendine geldi. Önünde soğumuş iki bardak çay vardı. Yeni gelen çayı son anda fark etti ve elini soğuk bardaktan çekip diğerine doğru götürdü. Tebessüm eden derviş bir şey sormadan meseleye bir hikâyeyle başladı.

“Kızılderililer beyaz adamla tanıştığında ölümle, yalanla, acıyla tanıştıklarını bilmiyorlardı aslında. Göğü delip gelen bu soluk benizli ve çatal dilli adamın hediyelerine inandılar. Kendilerine verilen battaniyeleri alıp onlara sarıldılar ve uyumaya başladılar. Soluk benizli adam çiçek hastalığı mikrobunu bulaştırmıştı o battaniyelere. Ömründe kötülük görmemiş, bu kavramı duymamış bir insana hediye verirsen, sana şükran duyardı. Kızılderililerde öyle yaptı. Beyaz adamın battaniyesine, yani ölüme sarıldılar. O zaman anladılar ki, daha önce bu hastalığı, bu mikrobu görmemişlerdi ve bu mikrop onları öldürüyordu. Gerçi beyaz adamda bir mikroptu ve onları öldürüyordu.”

Tebessüm ederek noktaladı cümlesini; “Sana hediyelerle gelen her soluk benizli dostun değildir. Battaniye verip ruhunu darp ederler. Soluk benizli adama güvenme. Zira o, çatal dille konuşur evlat.”

“Hırsız geldiğinde, çalma niyetini aşikâr etmezmiş” diye geçirdi zihninden. Sonra “Bende bu evrende bir garip Kızılderili miyim acaba? Hangi soluk benizli adamlar hediyelerle ruhumda darp izi bıraktı?” dedi.

Derviş; “Belki de sen bir ruhu darp etmiş, yaralamışsındır. Bu yaşadığın da, vicdanının yansımadır.” Dedi. Tam olarak anlamasa da, düşünmeye devam etti, şifa olsun diye çayından bir iki küçük yudum alarak.

“Mektup yazmak için adreslere ihtiyaç duymayı bırakalı ne kadar da çok zaman oldu! Kavganın olduğu yerde insanı yüreğinden vuran, ruhunu sızlatan şarkıları bulup söylemek maharet ister” dedi sonra.

Hikâyenin Sonu

Derviş; “Eğer silahlar varsa ve susmuyorsa, sen sus o zaman. Şarkılarını, sözlerini hak etmeyenler duymamalı. Sen piknik yeri ya da mesire alanı değilsin. Her gelen gönlüne girmemeli. Eğer maksat şahikalara tırmanmaksa, uçurumlardan yuvarlanma ihtimalini insan göze almalı. O bir şahikaysa, sen de içindeki uçurumlardan ona doğru yuvarlanmalısın. Bu şehirde kayboldun sen, o, şehrin her yanına varlığıyla, kokusuyla sinmiş diye. Şimdi olması gerektiği gibi o, şehri terk ediyor. Aşk olsun demenin ne anlamı var. Eşyanın tabiatı bu… Zamanı gelince gelir ve gidersin. Ya dert yanmayı bırak ya da bundan sonra onun içinde bulunduğu şehirlerde değil, onun içinde, onun gözlerinde kaybol.”

Derviş, Rahman’ın izniyle uzandı göğü delerek gönlüme ve tane tane konuştu: “Eğer kaybolduğuna inanıyorsan en başa dönmelisin. Yolun başı, gönlünü bıraktığın velinin kapısıdır. Seni çıkmazlara götüren yolları, tekrar onun kapısına çıkar ki, kaybolduğun şehri yeniden seninle kurtarsın. Yeniden ve yeni bir ruhla doğrulman için…”

Şaşırdı, sarardı, soldu. Biraz korku, biraz heyecan duydu. Sonra aklı başına yeni gelmiş gibi kendi kendine “Sözün fazlası deliye söylenirmiş” dedi. Niyetini gözden geçirdi; sonra dünyayı ardına atıyormuş gibi ağır hareketlerle tekbir aldı sabah namazı için: “Allahu Ekber!”

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • muhacir kızı , 20/02/2013

    ” derdi dünya olanın dünya kadar derdi olurmuş” cidden bu yazıda en güzel söz bu tablodaki kısımolmuş..gerisini çok okumaya gerek yok, söyleyin bir tane yeni bir şey var mı..buna benzerleri çok söylendi şu toprakla sema arasında..dervişane yani böyle hem edebi hem biraz tasavvufi yazılar çok emek ister zannımca..

  • Elif Nur Sitare , 20/02/2013

    “Bir kere korkarsan, hep kaybedersin.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir