Halamların evi güzeldi, hem de çok güzel…
Genişeydi odaları, alaturka tuvaleti, küvetli banyosu…
Koskoca bahçesi, bahçesinde türlü ağaçları; kiraz, elma, ceviz…
Hafta sonları dört kardeş bir olur oraya giderdik. Ben ve abim Turhan, kuzenimiz Kürşat’ın bisikletine biner, ablam Hasret ve kız kardeşim Kader ise diğer kuzenimiz Nehir ile birlikte bir oda dolusu oyuncağın içinden akşama kadar çıkmazlardı.
Yine böyle bir günün sonuydu, eve dönüyorduk. Ablam ve Kader o gün bizimle gelmemiş, bayram temizliğinde anneme yardım etmek için evde kalmışlardı. Halamın gizlice elimize sıkıştırdığı poşette üç beş salatalık, domates, marul, maydanoz, elma, armut ve “Kürşat bu arabayı hiç sevmiyor, oynamıyor da, senin olsun” diyerek içine bırakıverdiği Ferrari marka kırmızı bir oyuncak araba vardı.
Konuşmuyorduk. Abim ara sıra koynundaki sapanı çıkarıp gelişigüzel sıkıyor, sonra bir ıslık koparıp türkü söylemeye duruyordu. Şuan üzerinde şehir merkezinin kurulu olduğu derenin kenarından geçiyorduk. (Şimdi burada bir otelin otoparkı var. Dere nerede bilen yok) Abim, “Dur lan, dur bak burada ne var!” diyerek suyun kenarını işaret etti.
Hemen önümüzdeki köprüye sıçrayıp aşağı baktık.
“Çöp dökmüşler” dedim.
“Yok lan iyi bak” dedi.
“Nesine bakıyım, çöp dökmüşler işte.”
“İçine bak, iyi bak.”
“Çöp var abi, her yer çöp.”
“Dur bekle” dedi ve aşağı indi. Bir süre çöpü karıştırdıktan sonra geri döndü. Elindeki oyuncak bir tırtıldı. Eflatun renginde, dişleri görünecek kadar gülümseyen bir oyuncak tırtıl bebek; üzerinde gece pijaması, başında uzun kuyruklu başlığı. Haliyle gözlerimiz parlamıştı. Ona ne yapacağımızı öğrenmek istedim. “Çok güzel bir şey yapacağız” diye cevap verdi. Etrafı kolaçan ederek; bizi gören olup olmadığını sordu.
“Bilmem, görseler n’olur ki” dedim korkuyla.
“Burası zengin mahallesi oğlum, çöpü karıştırıyorlar diye polise verirler vallaha.”
“Gerçek mi, verirler mi?”
“Verirler tabiî, hiç acımazlar.”
“Kaçalım o zaman.”
“Hadi koş.”
Yokuşlarla dolu en az iki kilometrelik bir mesafeyi aralıksız koşarak evimize ulaştık. Vakit geçirmeden çeşmenin başına gittik. Abim pasaklı tırtılı bol köpükle bir güzel yıkadı. Bir ucundan ben bir ucundan o tuttu, kıvırıp suyunu sıktık. Ardından balkona çıkıp kuruması için astık. Ağustos sıcağında bir saat geçmeden kurudu. Okul kitaplarımızdan büyükçe birini alıp naylon kaplamasını çıkardık. Tırtılı içine sarıp bantlayarak ortaya bir hediye paketi çıkardık.
Yorulmuştuk. Çömelip oturduk. Abim keyifle karşımızdaki kurak dağları izliyor, küçük küçük gülümsüyordu. Ben ise hâlâ bütün bunları neden, kimin için yaptığımızı merak ediyordum.
“Abi ne yapacağız bunu şimdi.”
“Bugün Kader’in doğum günü. Ona hediye edeceğiz.”
Bu müthişti. Artık Kader’in de kendine ait bir oyuncağı olacaktı öyle ya! Tarifsiz bir sevinç yaşayarak;
“Çok güzel olacak abi” dedim.
“He ya, çok güzel…”
“Ben niye daha önce düşünmedim bunu.”
“…..”
“Sevinir de mi?”
“Sence?”
“Sevinir.”
“Bence de, hem de çok sevinir.”
Akşam oldu. Kader’i balkona çağırıp Tırtıl’ı ona hediye ettik. Kucağına aldı, uzun uzun baktı, önce tırtıla sarıldı, sonra bana, sonra abim de katıldı aramıza…
Tırtıl’ın hikâyesi budur. Memlekete her gidişimde ilk işim buraya gelmek olur. Yanıma Kader’in yeğenlerini de alırım, onlara halalarının mezarını gösteririm. Bir elimizde Tırtıl da olur. “İşte bak yine geldiler” derim Kader’e. Görür galiba, inanıyorum ki görüyordur. (Allah bilir.) Tırtıl’dan da haberdar olur mu bilmiyorum ama mezarlıktan ne zaman dönsek tırtılın gözlerinde hep bir hüzün, bir buğu görürüm.
Abdülkerim Kolat