Telaş Parçası

Alet çantasını aradım durdum. Bir şey lazım olunca daha çok kaybolur ya, öyle oldu. Bir çekice ihtiyacım oldu. Çekicin alet çantasında kaybolması zor tabii. Alet çantası kayboldu. Her zaman olması gereken dolapta bulamadım. Anlamlı anlamsız bütün dolapları açtım baktım bu yüzden. Elbise dolapları dâhil. Olur öyle, bazı şeyler elinde kalır, ne yapacağını şaşırırsın, atarsın bir kenara. Anlamlı olmasına bakmazsın. Sonra günler geçer. Bu geçen günleri anlat desen anlatamam. O kadar kayıtsız, o kadar hafızasız geçer gider işte. Sonra, vay be, dersin; alet çantası elbise dolabındaymış. Yok, onu demezsin. Bu geçen günleri nasıl yaşadım da zerresini bile hatırlamıyorum, dersin. Sonra gider bakarsın alet çantası balkonda çıkar. Yerinde olmayan, elbise dolabından çıkmayan, balkonda bulduğun alet çantasını ne zaman buraya koyduğunu düşünmezsin. Çünkü çok uzun süredir arıyorsundur, bulunca unutulur. İşin bitince düşünürsün bu saçmalığı. Yeni taşındığın bir evde her şey her yerdeyken alet çantası oturma odasının orta yerinde duran fırının içinden bile çıkabilir. Her şeyi eğilerek aradığım için de bütün eşyalara saygı duyuyor, hürmet gösteriyor gibi dolaşmaktan da aslında biraz sıkılmış, bu duruma sinirlenmiş olabilirim o da ayrı konu.

Bir Amerikan filminde seyretmiş olsam imrenirdim belki bu mimariye. Apartmanın çatı katını, çatıya uygun bir geometri ile düzenlemek dışarıdan bakınca çok güzel. Ama dışarıdan bakınca. Birkaç parça eşya ile içeri girdikten sonra iyi bir çocuk olduğumu, bu yüzden Şirinler’i görebildiğimi düşündüm. Şirinler emlakçılığa (Tam burada emlakçılık kelimesini emlakçilik olarak yazmam gerektiğine dair uyarı alıyorum ama bazı şeyleri aşırı düzeltme isteği de bozmakla aynı etkiyi yapabilir. Boş verin bu yüzden.) başlamış (komünizm de bir yere kadar) ve bana mantar evlerden birini kiralamış. Şimdi hikâyeyi okuyanlardan bazıları diyecekler ki,

Yahu!

Sayın Muharrir!

(Yalnız birisi böyle “Sayın Muharrir” diye lafa girse ne acayip hissederdim, ben de durur muyum, hemen “Ey Kâri” diye yapıştırırdım cevabı.)

“Emlakçı size evi kiralarken, ben bir evi göreyim, demediniz mi, eve girdim ve ev küçükmüş falan, biraz gerçekçi olalım.”

Ey Kâri,

(Nasılsın?)

Kiraların durumu malum. Normalde olması gerekenden daha aşağı bir meblağ söylenince bir başkası tutar korkusuyla kabul ettim. Bir de ben koca şehrin ortasında evsiz de kaldım, bak bu da başka bir hikâye olur. İnsan bazen çaresiz kalır, ne olduğuna bakmadan evet diyebilir. Ayrıca Şirin Emlak’ın sahibi Zeki Şirin bana gerçekten çok yardımcı oldu. Kendilerine buradan teşekkür ediyorum. Bir de çilek ikram ettiler, yok böyle bir şey!

Tabii ki yok böyle bir şey. Ben de evi görmeye ilk gittiğimde sığarım ben buraya, küçücük adamım ne de olsa, dedim. Eşyasız çok geniş göründü. Belki benim eşyalar eve göre büyük kaldı. Şimdi tüm eşyaları uzun uzadıya anlatmayayım ama elbise dolabımı yatay koymak zorunda kaldım mesela. Bu yüzden kapaklarını söktüm. Gömlek alışkanlığı olmayınca bir insanda; tişört, kazak, kot… katla katla koy üst üste. Pencereler tencere kapağı kadar. Kapıdan girerken dimdik durabiliyor ama pencereye yaklaştıkça eğilmek zorunda kalıyorsunuz. Koridor kısımları hariç odaların hepsi üçgen. Küçük bir balkonu var. Odalara göre nasıl ferah! Karşı binanın duvarına bakıyor ama olsun.

Eşyaları bir şekilde hallederim diyordum ama tavan beni düşündürüyordu. Özellikle ahşap bırakılmış. Keşke çivilerin boyutlarına da dikkat edilseymiş. Küflü küflü size bakan sivri uçlar var tepenizde. Kesmekle veya en azından yamultmakla uğraşmamışlar. Aniden ayağa kalksanız aniden geri eğilirsiniz. Kanı durdurmak için pamuk ararsınız. Çekiç arama mevzuunun muhatapları bu çivilerdir. Çivilerin çakılı olduğu tahtaların üzerinde delikler de gördüm. Tahtakuruları açmış bu delikleri. Bu kadar tahtanın olduğu yerde tahtakurusunun varlığını yadırgamadım. Çekiçle çivileri yamultmaya başlamak için ilk vuruşu yaptım.

Bu anı görmeniz lazımdı. Bazı şeyler görmeden anlatılamıyor. Düzelteyim. Bu anı görmeMiz lazımdı. İlk vuruşu yaptıktan sonra tahtaların üzerinde ne kadar talaş parçası, toz varsa yüzüme döküldü. Gözlerim, kirpiklerim, gözlerimin içi de buna dâhil. Gözlerimi açtım kapattım, açtım kapattım, açtım, kapattım, açamadım kapatamadım. Kıvrandım. Su çarptım. Etrafa çarptım. Çarpıldım. Yandım. Yıkıldım. Yerden kalkamadım. Bir iğne ve iplikle gözkapağımı gözüme dikiyorlar sandım. Hareketsiz öylece yerde yatarken nefesimi kontrol etmeye, telaş etmemeye çalıştım. Buraya kadar her şey tamam. Her şeyin kontrolü bende. Göz kapaklarım da buna dâhil. Kapalı tutarsam acımaz diye düşündüm. Her şeyin kontrolü bende. Göz kaslarım hariç. Kapaklar kapalı olsa bile, içerde birbirine uyumlu iki yaralı boncuk tanesi vardı ve düşüncelerime göre hareket etmeye çalışıyorlardı. Nefes kontrolü sağlamaya çalıştığım sırada nefes alışverişimi görmeye çalıştılar. Bir yere tutunmaya çalıştığımda elimden önce tutunmaya çalıştığım yeri görmeye çalıştılar. Düşeceğimi hissettiğimde benden önce düşeceğim yeri gördüler. Daha doğrusu göremediler. Ne düşündüysem ne istediysem önden atladılar hemen. Ama bir işe yaramadılar. Nefesimi kontrol edemedim, tutunamadım, düştüm. Süründüm. Pes ettim. Pes etmediler. Sırt üstü yerde kalakaldım öylece.

Bundan sonrasını da ikinci sınıf, berbat bir karate filmindeymiş gibi anlatayım. Görmeyen gözlerimin bütün enerjisi diğer duyu organlarıma doğru kaymaya başladı. Gözümdeki kiri pası temizlemeye uğraşan gözyaşlarımın yüzümden aşağı kayışını ve zeminde patlayışını dinledim bir süre. Göz kaslarımın hareketlerini en aza indirmeyi başardım. Ara sıra duyduğum acılar beni öldürmedikleri için güçlendireceklerdi. Bir karate filmine göre böyle olması gerekiyordu. Bağdaş kurmuş bir şekilde havada durmak falan mesela. Üçüncü göz açılsaydı ne iyi olurdu. Tek gözle hastaneye kadar uçar, bunu kapatın diğerlerini açın, diye kendimi doktorlara bırakıverirdim.

Yüzümü zemine döndüm. Beni bu acı öldürmedi ama güçlendirmedi de. İyi ki tozunu almışım zeminin. Bir de bedenimle üstünden geçiyorum şimdi. Deterjanı bir dahakine az katayım, ciğerime işledi. Yeni taşındığım evin daha beynimde oluşmamış haritasından yol yordam bulmaya çalışmak da kötüymüş. Bu halde telefona ulaşmak zor. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Alet çantasını gören gözümle yarım saatte buldum. Şu kör gözlerle… Birkaç kez zemini yumrukladım. Alt komşu gürültü yaptığını düşünüp müziğin sesini kıstı. Birkaç defa daha vurdum. Daha ne yapayım be, diye bağırdı. Birkaç defa daha vursam beni dövmeye gelse bari. Başka türlü kurtulamam bu halden.

Yerde kıpırdamadan beklerken bir ara acının hafiflemesinden cesaret aldım. Gözyaşım işi halletti, eritti gitti her şeyi diye düşündüm. Gözümü açmaya çalıştım, yine bıçak gibi kesti vicdansız. Gözüme gelen ilk ışıkla birlikte yangın yerine döndü göz yuvalarım. Aldığım cesareti geri verdim. Bağırsam duyulur belki ama bağırmayı da yediremiyorum kendime. İmdat, yardım edin, göremiyorum diye bağırsam Saramago’nun kahramanlarından birine dönüşebilirim. Gören bir göz beklerim beni alıp götürsün. Ama oldum olası hep içime bağırdım ben, sesim yüksek çıktığında utanırım. Motoru bozuk bir otobüsün gürültülü ortamında arkadaşıma bir şeyler anlatırken sesimi duyurabilmek için bağırmam gerekmişti. Tam bağırdığım sırada şoför fren yaptı. Sesimle yolculara çarptım. Başımı öne eğdim. Bir yolcunun sözleri çalındı kulağıma

  • Gözü kör olasıca niye bağırıyorsa!

Oldu gibi.

Denedim ama. Acil durum sonuçta. Yardım edin diye biraz yükselttim sesimi. Duyan da olmadı. Birkaç kere daha vurdum zemine. Alt komşu da pes etti demek ki. Sesler iyiden iyiye kesildi. Apartmanın içinden de ses gelmiyor. Evin orta yerinde gözlerimi kıpırdatmadan bir noktaya bakar gibi beklemeye devam. Yavaş yavaş bu beklemelere de alışıyor insan. Gerçi beklemek konusunda idmanlı sayılırım. Okul yollarından, otobüslerden, hayatın orta yerinden. Dipte veya tepede değilseniz beklemeyi ilke edinmişsiniz demektir. Tepedekiler hiç beklemiyor, diptekilerin beklentisi yok, biz orta sahacılar dipten ya da tepeden gelecek her topa hazırlıklı olmak zorundayız. Vurduğumuz her top gol olmaz belki ama falsolu atışlarımız efsanedir.

Hazır zemine bu kadar yakınken anlamsız bekleme konusunda ilk tecrübelerimde bana hocalık yapan ilkokul arkadaşıma buradan selam ediyorum. Tekinli bir mahalleye gelen tekinsiz çocuklar grubundandır kendisi. Çıkış zilinde evine koşup mutfaktaki ekmek bıçağını kaptığı gibi önümüzü keser ve buradan geçemezsiniz derdi bize. Formundaysa yakamıza yapışırdı. Bıçağı boğazımıza yakın tutardı. Bıçak boğazımdayken; ne yaptın, ödevler bitti mi, diye sormuştum bir gün. Aksiyon filmlerindeki sahnelerden esinlenerek elindeki bıçağı alıp kaçmayı düşünmüştüm. Ne kaçması, zaten almışım bıçağı üzerine üzerine giderdim tabii ki. Olmadı böyle bir şey. Soruma cevap vermedi. Hiç bıçaklamadı ama geçmemize de izin vermedi. Sonra sıkılıp gidin artık, derdi. Biz hiçbir zaman bunu niye yapıyorsun demedik, o da neden yaptığını anlatmadı. Çıkış zili çaldığında ondan önce okuldan çıkmayı öğrendik, konu kapandı.

Gözlerimi tekrar açmaya çalıştım. Bembeyaz bir ışık kirpiklerimin arasından girerken yanmaya başladı canım. Her çabamda biraz daha kör oluyordum. Göz kapaklarının altına yapışmış talaş parçaları, sivri uçlarıyla bir kâğıdın üzerinde gezen yeni açılmış bir kurşun kalem gibi kırıla kırıla, çize çize, yavaş yavaş kör ediyorlardı beni. En kötüsü geliyordu aklıma. Bundan sonrası hep karanlık kalacak. Siyah bir perdenin ardında yaşayacağım, her şeyi duyacağım, tadacağım ama göremeyeceğim. Bu vakitten sonra görerek varlığına inandığım gerçeklik yok olacak, ellerimle tanımak zorunda kalacağım her şeyi. Hemen tanımak diye bir şey de olmayacak, uzun süre eşyaları birbirine karıştıracağım. Platon’un mağarasında gibi, kafamdaki gölgeler gerçekliğim, gözlerim prangalarım olacak.

Kimsenin kapımı çalmayacağını ve sesimi de duyuramayacağımı düşününce burası da mağaradan farksız sayılmazdı. Bu karanlık mağaramdan hoşnut bile olabilirdim. Eve ilk girdiğimde odaları gördükten hemen sonra balkona çıkmış etrafı seyretmiş, etraftaki insanların kim olduğunu, ne iş yaptıklarını, bir evde kaç kişi olduklarını merak etmiştim. Benim dışımda, benden ayrı kim yaşıyor olabilirdi bu mahallede. Onların amaçları, sevgileri, hüzünleri nelerdi? Bu sorularla kendi kendime söylenmiştim: Nasılsa yavaş yavaş görür öğrenirim. Şimdiyse bu yavaş kör olma hali devam ederken görebileceklerimden ziyade önceden gördüklerimi hatırlamaya çalıştım. Ölüm döşeğinde son nefeslerini veren bir insanın gözünün önünden geçen anıları gibi oldu bu durum. Gözlerimin ölümünü seyrediyordum ve her şey gözlerimin önünde gerçekleşiyordu. Dışarıdan gelen ışık gittikçe azalıyordu mesela. Göz kapaklarımın üzerinden gördüğüm turuncu renk de siliniyordu. Gözlerim de karanlığa karışmadan evvel bu ana kadar gördüklerini hatırda tutmaya çalıştı. Bunu da pek beceremedi belli ki. Dişe dokunur birkaç hadiseden sonrası bizi incir çekirdeğine doğru götürmeye başladı. Bir sandık dolusu fotoğraf albümü olan ama çektiği tüm fotoğraflar anlamsız veya bulanık çıkan fotoğrafçı gibiydim şimdi. İnsanın içine oturuyor tabii.

Mücadele etmeyi bıraktım, hatta halimi soracak olan insanlara kör olma hikâyemi nasıl anlatsam diye de düşündüm. Kesin fikir verirdi herkes, neden şöyle yapmadın, böyle de olabilirdi gibi. Çözüm cümlelerinin hepsine cevaplarımla duvar örmek zorunda kalacak ve sonuçta geriye döndürülemeyecek bir hadiseyle karşı karşıya olduğumuzu idrak ettiklerinde akıllarına gelen “geçmiş olsun” dileklerine kafamı sallayacaktım.  Büyük ihtimalle bir süre sonra uzun uzun anlatmaktan sıkılıp nasıl oldu diye soranlara “doğuştan” diye cevap verecektim. Bu yeterliydi. Zeminde yatmak da yeterliydi, belki evden çıkmadan da bu hayatı yaşayabilirdim sonuçta görecek halim kalmadı, görecek bir şey de kalmaz böyle giderse. Yeter dediğimiz her şeyin hiçbir şekilde yetmediğini gözlerimle görünce, göremediğim halim her şeye katlanır oldu. Uykum bile geldi, can acısından yorgun düşmüş vücudum kendince bir savunma mekanizmasıyla hala tedavi etmeye çalışıyordu beni.

Zil çaldı. Olduğum yerden bağırdım. İnternet bağlamaya gelen görevliymiş. Kıpırdamaya çalıştığım anda tekrar telaş içinde hareket etmeye başladı gözlerim. Ağlaya ağlaya ayağa kalktım, yardıma ihtiyacım olduğunu belirttim. Kapıyı el yordamıyla bulduktan sonra hiç görmediğim ve tanımadığım birinin kolunda hastaneye götürüldüm.

Gözlerimi yıkamaya aldılar. (Sonrası kefen sanırım!)

Yıkamadan sonra gözkapaklarını sıyırıp duruma bakacağız, dediler. (Nasıl bilirdiniz?)

Doktor, bir kalem vasıtasıyla dikenli tel kıvamına gelen gözkapaklarını yukarı çekti. Hâlâ görebiliyormuşum. Ama dışarıdaki ışığa dayanamadım. Mağaradan çıkmak bu olsa gerek. Her yeri ilk defa görüyormuş gibi incelemek istedim fakat aydınlatmalar buna izin vermedi. Doktor, ucunda pamuk olan bir çubukla birkaç defa gözümün, göz kapaklarımın üzerini yokladı. Yabancı maddeleri yani talaş parçalarını temizlediğini söyledi.

Gözlerimde hasar kaldı mı, dedim.

Merak etme göz çok arsız bir organdır, öyle hemen hasar almazsınız, şu damlaları kullanın, bir hafta sonra kontrolde görüşürüz, dedi.

Evimde olduğuma seviniyorum şimdi. Dışarının ışıkları arasında gezmek çok yorucuydu. Gözlerimi bazen elimle kapatmak bazen gölge bir yer aramak zorunda kaldım. Oda bıraktığım gibi. Perdeleri tamamen kapattım bir süre aşırı ışığa maruz kalmayı düşünmüyorum. Çekiç yaptığım tek vuruştan sonra elimden düştüğü haliyle yerde bekliyor. Beklesin. Bir köşeye çekilip gözlerimi dinlendirmeliyim bir süre. Belki de şu andan itibaren daha anlamlı bir görsel hafızaya sahip olmanın tam zamanıdır. “Arsız” denilen gözlere anlamlı görevler yüklemelidir. Fotoğraf sandığının başında ağlayan fotoğrafçıya tekrar dönmeyi kim ister ki? Bundan sonra daha anlamlı, daha güzel, daha hayırlı, daha…

Dışarıdaki ses de ne?

Seyyar satıcı galiba.

Ne satıyor ki?

Bir bakayım.

 

Ömer Can Coşkun

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Zekeriyya Kurt , 13/02/2024

    roman gibi okudum maşallah çok güzel olmuş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir