Hep onu izliyorum. Her zaman yaptığım gibi… Tek işim bu. Birden, pencere kenarındaki koltuğundan, aklına bir şey gelmişçesine doğruluyor ve hızlı adımlarla yan odaya geçiyor. Hareketleri hep ustura keskinliğinde.
Onu izlemeyi sürdürüyorum. Önce altından eşofmanını sıyırıyor kurtulmaya çalışırcasına. Sonra da pantolonunu giyiyor aceleyle. Bu arada gözüne ilişen, sigara paketi oluyor. Çıkarıp yakıyor bir tane ve kül tablasının kenarına lalettayin koyuveriyor. Sanki bu, şu an en gerekli şeymiş gibi… Ardından da bardaktaki geceden kalan suyu içiyor bir dikişte. İki, üç tişörtü yana iteledikten sonra çıplak vücuduna siyah bir tane geçirip tuvalete geçiyor bu sefer. Oraya giremiyorum artık. Çünkü lambası bozuk. Karanlıktan, yok olup gitmekten korktuğum kadar korkarım. Zaten çok da durmuyor orada. Anahtarlarını, cüzdanını, paketini ve telefonunu alıp çıkıyor. Peşinden de ben fırlıyorum dışarı.
Merdivenleri döve döve indikten sonra dengesini bir an kaybedip apartmanın gıcırdayan demir kapısına çarpıyor. Sokağın başına kadar yöneticiye ve kapıcıya sövüp sayıyor. Ona yetişmekte zorlanıyorum. Korkuyorum. Yine başına bir bela açacak, diye. Ve işte… Kumcu Osman’ın kahvehane görünümündeki kumarhanesinin kapısına dikiliyor en bela haliyle. “Lan!” diye bağırıyor, “Siz beni tanımadınız mı lan daha? Ben kimseye yedirmem paramı! Heeeyyyttt…”
“Eyvah!” diyorum, bitirecekler bizi burada. Demeye kalmıyor, bir masayı, üzerindeki ıskata ve taşlarla baş aşağı ediveriyor. Bunu yapmasıyla da üç kişinin üzerimize çullanması bir oluyor. Ben de elimden geldiğince sallıyorum tüm gücümle yumruk ve tekmelerimi. Allah ne verdiyse…
“Hooop, durun lan, dursanıza!” diye bir ses geliyor en gür perdeden. Bu gelen, tüm heybetiyle Kumcu Osman’ın ta kendisi… “Lan oğlum, ne serseri, ne kanı deli bi adamsın sen.” Elini uzatıyor yerde iki büklüm yatan ikimize. Karşısında doğrulunca öyle bir tokat atıyor ki afallıyoruz. “Benim mekânımda olay çıkarma demedim mi oğlum sana? Rahmetli babanla dost olmasak seni yaşatmayacağımı bilmiyor musun lan sen, şerefsiz!”
“Abi,” diyor nefes nefese, “Adam söğüşlüyorsunuz burada. Kazandığım parayı vermiyorlar. Biz de delikanlıyız, namımıza laf mı getirelim…” Gürlüyor Osman Dayı, “Kes lan, kes! Bilmiyor muyum seni? Kaçıncı ulan bu, teres? İkile şurdan yoksa elimden bi kaza çıkacak. Hergele seni… Hile yaptığını bilmiyor muyuz? Keriz mi yazıyor lan benim alnımda?”
Şaşılası bir cüretle tükürüyor Kumcu’nun ayakları dibine ve uzaklaşıyor oradan hızlı adımlarla. Kabına sığmıyor. Konuşuyor kendi kendine: “Belâ nerede diye gezen ben, ölümü köşe bucak kovalayan ben… Ulan ben bunu yanına kor muyum senin moruk? Baba dostuymuş! Şimdi babamın da senin de…”
Onun bu halini görenler, karşı kaldırıma geçiyorlar. İte bulaşacağıma çalıyı dolaşırım, niyetiyle olsa gerek… Ah, ben de o geçip kurtulabilenlerden olabilsem, diye düşünüyorum utana sıkıla. Ama ne var ki yapamıyorum.
Derken, bir gürültü kopuyor evin sokağına girdiğimizde. Mahallelinin bağırış çığırış sesleri, pencereden pencereye asılı çamaşırlar kadar görünür bir hal alıyor yaklaştıkça. “Hay kafamı…” diye bir küfür savuruyor bizimki. “Nasıl unuttum be! Bi bu eksikti…” Koşar adım geliyor apartmanın kapısına. “Yanıyoruz! Boşaltın apartmanı ahali, yangın var!”
Mahalle sakinlerinin kaygı ve telaşına eşlik ederek kamufle etmeye çalışıyor kendini. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi… “Selim, yangın senin dairede, koş çabuk, koş! Allah vere de sıçramasa başka yere…”
Al işte, bir koşturmaca daha! O önde ben arkada; o nefes nefese, ben toz toprak içinde… Eve giriyor aceleyle. Ortalık alev alev… Duman kaplamış her yanı. Eve girileceği yok. İtfaiye sirenini duyar duymaz çıkıyoruz apartmandan. Gerisi onların işi.
Oturuyor kaldırıma. Hali perişan… Elde avuçta ne varsa hepsinin yanıp kül olduğunu izliyor da izliyor. Tıpkı yıllar yılı benim, onun git gide kirlenişini ve tükenişini izlediğim gibi… İsyan üstüne isyan… Sanki ben unuttum yanan sigarayı! Şerrinden korkup teselli edenler; uzaktan uzaktan, oh oldu, beter olsun, bakışları atanlar; içten içe, bir gebermedi gitti pislik, evimizi barkımızı başımıza yıkacak uğursuz cenabet temenni ve yorumları içerisinde olduklarına kalıbımı bastığım komşular… Neden sonra itfaiyenin işi bitiyor, kalabalık ufaktan ufağa seyreliyor.
Bir müddet o kaldırım senin bu sokak benim dolaşıp duruyoruz. Tam tekelden birkaç nevale almak için girecekken iki kişi beliriyor. Onları tanıyor hemen. Şarampol Şevki’nin adamları; Denizaltı Servet ile Çiçek Kemal… “Geçmiş olsun aslanım, gel hele şöyle, Şevki abi seni bekliyor.”
Şevki abi bu, bekletmeye gelmez. Tıpış tıpış gidiyoruz. Huzuruna çıkıyoruz çok beklemeden. Şevki abi gergin… Bir araba kazasında uçtuğu ve namını aldığı şarampolden sanki yeni çıkmışçasına tuhaf bakışlarla bakıyor. Belli ki kafası şekerli… “Selim, bir geçmiş olsun diyeyim dedim aslanım. Elinde bi ev vardı babadan kalma. O da yandı kül oldu ha… Eee, inşallah bizim emanetlere bir şey olmamıştır, ha?” Kem küm, mırın kırın etmeye kalmıyor Şevki abi gürlercesine bağırıyor: “Lan gebertirim oğlum seni, nefesini keserim şuracıkta. Akşama ya o malların ederini bulur gelirsin ya da ben seni deler geçerim, haberin olsun!”
Adam akıllı bir savunma yapamadan kapı dışarı ediliyoruz. “Bilmem ne yaptığımın dünyasında huzur yok mu lan? Evimiz barkımız yanmış adam neyin peşinde… Yeter ulan, yeter… Nereden inceldiyse oradan kopsun!”
Eve giriyor. Her taraf simsiyah… Islaklık, kül, kesif bir koku… Kelebeği beline sokup çıkıyor dışarı. Dikiliyor yeniden Kumcu’nun mekânının önüne. Ama bu sefer sakin… Ödüm kopmuyor değil… “Yine mi geldin lan sen? Ulan şimdi ben senin…” “Dur abi,” diyor, “Hele bi içeri geçip konuşalım. Kurbanın olayım, yardım et bana, evim barkım yandı. Sıfır oldum Allah’ıma…”
İçeri geçiyor. Ben de peşinden… Konuşuyor, yalvarıyor, boyun büküyor… “Para lâzım abi, durum bu… Yoksa harcayacaklar beni.” Ama Osman dayı Nuh diyor peygamber demiyor. “Kaç kez ipten aldım lan seni ben, it! Evi de sen yakmışındır kesin. Vardır yine bi bok işin. Artık para mara çalışmaz benden sana. Hangi insanlığına yardım edeyim senin? Hatır gönülden anlamaz, racon bilmez, yaramaz adamın tekisin. Çık, git, ötede geber!”
Kalkıyor ayağa. “Eyvallah, büyüğümsün. Öyle olsun bakalım,” diyor Kumcu’nun koltuğunun arkasına doğru adımlarken odayı. Sonra öyle seri bir hareketle kelebeği çıkarıp arkadan adamın kalbine saplıyor ki ben bile şaşıyorum hızına. Kumcu, gıkını bile çıkaramadan dev cüssesiyle yığılıp kalıyor koltuğa. Selim ise adamın ceketinin cebinde, cüzdanında ne kadar para varsa alıyor ve odanın kapısını kapatıp arkasından hızla çıkıyor mekândan. Şaşıyorum… Gözü kara mı desem aptal mı; delikanlı mı desem cahil mi; bilemiyorum.
Hava kararmaya yakın beni bir korku alıyor. Sokak lambalarının yanması umutlandırsa da sokaklar boyu kesik kesik hayatta kalmak zorunluluğundan bir an önce ışıklı bir yere kaçmak umuduyla kesiyorum Selim’i. Ama Selim’de tık yok. Kim bilir neler geçiyor kafasından. Derken Şarampol’ün mevkiine giriyor ve adamlar içeri alıyor bizi. Şevki abi paraları görünce güller açıyor yüzünde ama sormadan da geçmiyor, “Nasıl buldun lan, çakal Selim? Kimi çarptın yine?”
Bizimki tam bir yalan uyduracakken telefonu çalıyor Şevki’nin. Gözleri açılıyor fal taşı gibi. Tamam, diyor, haber veririm… “Lan sen ne halt ettin Allah’ın belası? Beni mi bitireceksin, birbirimize mi düşüreceksin bizi Kumcularla lan sen, it!”
Evet, en büyük korkum karanlıkta kalmakken yıllardır beklediğim fakat bugün olacağını hiç tahmin etmediğim bir şey oluyor. Çünkü daha kötü ve belalı günlerimiz olmuştu Selim’le. Öyle bir dayak yiyor, öyle bir ketenpereye geliyoruz ki… Ardından Selim’i Kumcu Osman’ın adamlarına teslim ediyorlar yarı baygın bir haldeyken. Ben de yanında tabiî… Ormanlık bir alana götürülüyoruz arabada dayağa devam ederlerken. Farların ışığında son sözü “Yeter!” oluyor Selim’in. Ve kalbi duruyor çok geçmeden. Bense Selim’den çok yaşıyorum. Bir hastalık gibi bela bulaştıran cesedinin toprağa gömülmesiyle ben de sonsuza kadar yok olacağım. Düşünüyorum da aile babası bir fırıncının veya öğretmenin gölgesi olmak varken neden bir serserinin gölgesi olarak doğdum ki? Biraz sonra, en büyük korkumun koynuna gireceğim ve yok olacağım. Sonsuza dek…
Cüneyt Dal
1 Yorum