Su Birikintisi

Bir İbrahim Halil Aslan öyküsü…

***

Geçen yıl -eskilerin deyimiyle- mühendis çıkınca on aylık işsizlikten sonra bir fabrikada iş buldum. Neyse ki okulu üç yıl uzattığımı maaş bordrom haricinde kimse bilmiyordu ve minyon tipli oluşum yaşımı gizlememe yetiyordu.

Öğrencilik yıllarından kalma bir alışkanlık olarak gece geç saatte yatıyor, sabah zar zor uyanıyordum. Gözlerim hep kırmızı ve sulu, saçlarım karışıktı. Sabahları telaşla ve sıkılarak kalkıyor, kahvaltı etmeden gömleğimin sadece ön kısmını ve yakasını ütüleyip dışarı atıyordum kendimi.

Artık otuza dayanan yaşım kendi başıma düzen kurmaya müsaade etmiyordu. İnsanın huzuru bulabilmesi için iç âlemiyle dış âleminin aynı olması gerekir. Gençlikte insan kıpır kıpırdır, kalbinde ve aklında kaos vardır. Bu yüzden düzensiz uyuması, düzensiz yemesi vs.. normaldir. Fakat benim iç dünyam artık dışardan gelecek bir kaosu taşımaya müsait değildi.

Böyle böyle düşüncelerle bir yandan evlilik hayalleri kurarken bir yandan da farkında olmadan düzensizlik üzerine bir düzen kurmuştum. Her şeyim dakikti. Mesela evden çıkarken bir dakika geç kalsam durağa giderken patatesli poğaça almaya vaktim olmayacak, haliyle öğle yemeğine kadar aç karnına dolanacaktım.

Fabrikada zaten sistem hazırdı. Dakik olmak için bir şey yapmama gerek yoktu. Fahri bey her sabah dokuzu on geçe çayları getirir, Nuriye Hanım öğle paydosuna yarım saat kala elinde bir poşetle gelip çöp kutularını boşaltırdı.

İyi kötü bir odamız vardı ve işlerimiz çoğunlukla bilgisayardaydı. Beyaz yakalılar diyorlardı bize mavi yakalı olanlar. İlk zamanlarda aldırış etmedim, şaka gibi geldi; fakat zamanla insanların birbirlerini önlüklerinin renklerine göre ayırt ederken hiç de şaka yapar gibi durmadıklarını gördüm. Renklerle mevki arasındaki bu ilişki insanlar arası iletişime de yansımıştı. Davul bile dengi dengine havasındaydı insanlar.  Oysa ben halen öğle yemeğinden sonra işçilerin yanına gidip, “Abi ateşini alabilir miyim?” dedikten sonra muhabbetin dibine vuruyordum. Genelde iyi insanlardı. Her şeye rağmen neşeliydiler. Herkes gibi siyaset ya da futbol konuşurlardı. Tek farkları beyaz yakalılar gibi üniversitede öğrendikleri gâvur dillerinden devşirilmiş birkaç kelimeyi araya sıkıştıracak kadar lügatlerinin geniş olmayışıydı. Tartışma programında ne söylendiyse onu arkadaşlarına anlatmakla yetinecek kadar mütevazı insanlardı.

Neredeyse birbirinin aynı karaktere sahip bütün bu insanlar arasında iki kişiyi ayrı tutuyordum. Biri, ilk gün fişini çektiği bir makineyi gösterip “Mühendis bey, makine bozuldu, yapamadım, bakıverir misin?” diyerek beni sözde küçük düşürmeye çalışan Hami Usta. Diğeri de Ferhat Usta.

Bu Ferhat Usta garip bir adamdı. Bilirsiniz işte, Kürk Mantolu Madonna’daki adam gibi. Ya da kendini öyle göstermeye çalışıyordu. Sessiz sakin, ürkek, sıkılgan… Birbiriyle bir arada olmaması gereken ne kadar hissiyat varsa bu adamda toplanmıştı. Denildiğine göre altı yıldır burada çalışıyormuş. Oysa ben onu ilk gördüğümde çekingen haline bakıp yeni işçi, işe odaklanmasına bakıp en az on yılı var demiştim. Adam her haliyle çelişkiler yumağıydı.

Arada bir muhabbet ederdik. Ne futbol ne de siyaset… Bir insan hiçbir şeyden mi zevk almaz ya hu? Varsa yoksa kızı. Arada bir martılardan da bahsederdi ama ben bir şey anlamazdım. Kanatlarının kıvrımları ne güzelmiş de onları izlemek insana huzur veriyormuş falan filan… Hakkını yemeyelim bir mühendisle dalga geçmeden fabrikayla ilgili bilmesi gerekenleri anlatan başka bir adam daha yoktu. Temiz kalpliliğine hayrandım. Ben sordukça art niyet karıştırmadan olduğu gibi anlatırdı. Patronun yurt dışı hamlesiyle son dört ayda işleri büyüttüğünü de ondan öğrenmiştim.

Bir gün işten çıkınca deponun önünde bir tırı boşalttıklarını gördüm. Ferhat Usta’nın işi değildi bu; ama anlaşılan sessiz sakin olduğu için yüklemişler sırtına ne buldularsa.

O akşam amcamlara yemeğe davetliydim. Eve uğrayıp üstümü değiştirdim ve otobüse bindim. Tıka basa dolu otobüse binerken, cüzdanlarını arka ceplerinden yan ceplerine alıyordu insanlar. Ancak bu tedbiri almayı akıl edenler otobüsün biraz daha boş olan arka tarafına doğru ilerlemeyi düşünemiyorlardı. Sağ olsunlar, her seferinde arka tarafı bana ayırıyordu tanımadığım insanlar. Ben de makam boşluğuma doğru yollanırken bir de ne göreyim? Ferhat Usta. Sebepsiz yere yıllardır görmediğim arkadaşımı görmüş gibi sevindim birden. Fakat o hiç garipsemedi. Niye bu saatte buradasın diye sormaya kalmadan kendisi anlatmaya başladı. Tam bir saat otuz sekiz dakika geç çıkmış işten. On sekiz dakika durakta otobüs beklemiş. Allah’ım, bu adam niye böyle şeyler yapıyordu? Dakika tutmak niye? Ayrıca sanki şu an burada olmakla bir kabahat işlemiş de o yüzden bana mazeret bildiriyormuş gibi anlatıyordu.

Bir ara başını kaldırıp tavana baktı. Sanki tavana vuran damlaların sesini duymamış da görmüş gibi “fena yağıyor” dedi. Biraz geçince de düğmeye bastı. İyi akşamlar dedi ve kapının açılmasını bekledi. Otobüs durağa tam yanaşmamıştı. Otobüsün kapısından yağmur birikintisine düşmeden kaldırıma atladı. Başarılı bir hamleydi. Sevincini paylaşmak ister gibi dönüp bana baktı. Yüzündeki keder tabakasının üzerine çocuksu bir mutluluk yerleşmişti. Gülmekten kendimi alamadım.

Allah’ım, bu adam niye böyleydi?

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Vendetta , 14/11/2014

    Bravo Halil İbrahim.
    Ferhat ustaya başka bir gözle yaklaşmışsın.

    Bana kalırsa Abdullah Karaca’nın sade anlatımına da uymuş bu yüzden bütünlüklü.

    Son sözüm Ferhat’a,
    sen film olacak adamsın!

  • yumurta sarısı , 13/11/2014

    bu da güzel.

    ben daha çok ilk öyküdeki o sakin anlatımı sevdim

    https://edebifikir.com/hikaye/su-birikintisi.html

    hikâyede hiçbir şey yokmuş gibi
    ama her şey var…

  • Can Kursik , 13/11/2014

    Ferhat Usta’nın orjinal hali dikkat çekici. İlgiyle devamını bekliyoruz. Fabrika Günlüğü vs. olabilir belki de. Edebifikir’deki seri halde yazılan yazıları seviyoruz. Bu da öyle bir seri olursa sevinirim şahsım adına.

  • lady şila , 13/11/2014

    öykü öyküyü doğurmuş
    başka bir tat olmuş

    beğendim

  • burhani , 13/11/2014

    abdullah karaca öyküsüne bir nazire miydi bu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir