Sabahın ilk ışıkları mesaisine başladı. Kimi bir camın içinden eve süzüldü parmaklarının ucunda, kimi bir caddeyi aydınlattı araçların farlarına zahmet vermemek için. Kimi de çatılarda da ziyan oldu. Bir simitçi elini ovuşturdu yeni müşterisini beklerken. Bir yağmur tanesi daha semadan zeminle buluştu, ardından gelecek damlaları haber verircesine. Bir kadın durağa koşar adım yürüdü otobüse yetişmek için. Bir ilkokul öğrencisi servisine bindi beslenme ve suluğuyla. Bir adam siyah aracını bankanın önüne çekti aceleyle. Hızlı adımlara bankamatiğe yürüdü. Bindiği araçla uyumsuz pantolonunun cebinden bir kart çıkardı bankaya girmeden önce. Bankanın kapsını açtı, içeri girdi. Gişede işlem yaparken telefonu çaldı. Gişe memurunun uzattığı para destesini aldı ve cebine koydu. Telefonunu açtı. Konuşarak bankanın kapısına yürüdü. Kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Konuşmaya öyle kaptırmıştı ki kendini arabasının yanına nasıl geldiğini fark etmedi. Elini cebine attı arabayı açtı. Fakat bir gariplik vardı. Telefon konuşması devam ederken bir yandan da garipliğin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Arabaya binmek için döndüğünde arkasında duran çocuğu fark etti. Simsiyah gözleri, soğuğa meydan okuyan kıyafetleri ve dilenci olmadığını haykıran bakışlarıyla. Telefon konuşmasını devam ettirmek istemedi çünkü çocuğa odaklanmıştı.
Elini cebine attı fakat vazgeçti korkudan. Çünkü çocuğun tebessümü korkutmuştu adamı. Yardıma muhtaç olduğu belliydi fakat yardım edebilmekte yürek işiydi. Kararsız kaldı. Sonra içinde merhameti alt eden sesi dinledi. “Gitsin çalışsın bana ne her gelene para versek işimiz var” dedi kendi kendine. Aracı çalıştırdı ve uzaklaştı. Dikiz aynasından görebiliyordu çocuğu. Tebessümü hiç eksik olmadı yüzünden, adamın merhametsizliğine inat.
Adam iş yerine vardı. Birkaç marketi vardı. Kendisi genelde depoda durur işleri oradan yönetirdi. 3 kuşaktır marketçilik yaparlardı. Dedesinden kalan meslek. Dua ederken Allah sıralı ölüm versin denirdi ama bu dua ecel için pek bir şey ifade etmezdi. Zira ileri yaşına rağmen dedesi yaşamaktaydı fakat babası vefat etmişti. Bu yüzden işlerle kendisi ilgileniyordu. Babası vefat ettikten sonra dedesini de yanına almış, dedesi, annesi, eşi ve aslan parçası 11 yaşında bir oğluyla beraber yaşamaya başlamıştı.
Her zamanki gibi gün ışığı elini ayağını çekince semadan, havada karanlık kol gezmeye başladı. Eve doğru gitmek için ayrıldı depodan. Akşam yemeği beraber yenirdi. Bu dedesinin isteğiydi. Sonra beraber kahve içer sohbet ederlerdi. Dedesi yaşadığı sıkıntılardan bahseder, şükrün önemini anlatırdı. Sonra torunuyla biraz oynar ve odasına çekilirdi.
Arabayı evin önüne park etti. Hızlı adımlarla eve girdi. Elbiselerini değiştirdi. Ellerini yıkadı ve herkesin onu beklediğini fark etti. Bismillah dedi dedesi çorbaya ilk kaşığı atarken. Kısa sorularla geçti yemek muhabbeti. Herkes odada nerde oturması gerektiğini bilirdi. Ve kahveler gelene kadar yerleşme faslı vardı. Kahveler geldi. Günün yorgunluğunu sohbetle atmak gerek dedi dedesi. Torunu da iştirak etti sohbete dedesinin kucağında. Sorular soruları cevaplar cevapları kovaladı. Ve çocuk aklı işte yıllardır dedesine hiç kimsenin sormadığı bir soru sordu. “Dede marketçiliğe nasıl başladın”
Odada derin bir sessizlik oldu. Çünkü bu soru kimsenin aklına gelmemişti şimdiye kadar. Öyle ya marketçiliğe nasıl başlamıştı bu aile. Neden marketçilik?
Dedesi biraz durdu, yağmur damlalarının kayarak aşağıya indiği camı eliyle bir yokladı. Biraz tebessüm etti.
“Bakkalcılık oğlum” dedi “başlangıcı bakkalcılık.”
“O ne demek dede?” dedi çocuk. Adam da pür dikkat dinlemekteydi. Eşi sofrayı toplarken bir taraftan da kulak misafiri olmaya çalışıyordu.
Dede anlatmaya başladı. “Eskiden fakirlik çoktu. Biz yedi kardeştik. Babam hepimize birden yetiştirmeye çalışıyordu ama o da zavallı ne yapsın, fakirlik dede mirası. Irgatlık, amelelik yapar kazandığı kadar bize bakardı. Ben de 10-11 yaşlarına gelince evin giderlerine yardım etmek istedim. Okumak zaten zor. İlkokulu bitirmek lüks. Annem yatalaktı. Günden güne eriyordu kadın. O haliyle bile bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Evimiz bir barakaydı. Tek göz oda. Isıtmak için çalı çırpı toplar yakardık. Yağmurlu bir günde evden çıktım. Çalışmam, bir şeyler yapmam lâzım dedim. Sokaklarda yokluk kol geziyor, kimden ne istenir ki. Arkama bakmadan sokaklara daldım. Kafamı kaldırdığım da köşede ufak bir bakkal gördüm. Önüne doğru yürüdüm” dedi ve sustu. Gözleri doldu. Belli ki minnettardı az sonra olaya girecek kişiye.
“Bakkalın önüne geldiğimde içeride orta yaşın biraz üzerinde biri raflarla uğraşıyordu. Bir ara dışarı baktı, beni gördü. Tebessüm etti. Kapının önüne çıktı ve beni çağırdı. Utandım, gidemedim, kendisi geldi. Gel sana çay ikram edeyim, dedi. Elimden tuttu ve içeri götürdü. Tabureye oturttu. Çay ikram etti. Yanında da moskof (gofret) açtı. Kaça gidiyorsun dedi, cevap veremedim. Anladı okumadığımı. Nerde oturuyorsun dedi, elimle işaret edebildim sadece yön gösterdim. Anladı her şeyi, nerden anladı bilmem. Benim bir çırağa ihtiyacım var dedi, çalışır mısın burada. Gözlerim parladı evet manasını kafamı salladım. Yarın gel başla dedi. Koşarak çıktım oradan eve gittim. Babama söyledim boynu büküldü ama sesini çıkarmadı. O gün bugündür bakkalcıyım oğul” dedi. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Adam dayanamadı neden ağladın ki dede, dedi. Çalışmışsın çabalamışsın bir yerlere gelmişsin dedi. Adam yutkundu ve dedi ki:
“O dükkâna hiçbir zaman çırak lâzım olmadı.”
Başka bir şey soramadı adam. Sabahki siyah gözler düştü aklına. Gönlüne bir merhamet hücum etti. Bir damla yaş düştü. Yağmur hızlandı. Rüzgâr camları süpürdü.
Yunus Dokumacı
3 Yorum