Sıradan Bir Yolculuğun Rutinleşen Fotoğrafı

Yolculuğunun on dört bin altı yüz onuncu günü. Henüz başına o kıymık gibi batan tuhaf ağrıların saati değil. Acıkmamış olan karnını gereksizce, gerekli gördüğü suyla doldurmaya başlamış da değildi. Ne var ki bunlar olmuşken ya da henüz gerçekleşmiyorken garip bir şey oluverdi. Karnı ağrıdı. Hâlbuki o, mehteranlar eşliğinde karşısına dikilecek olan kıymıklı bir batmaya hazırlanıyordu. Endişe duydu. Bir nevi pirelendi diyebiliriz. Pireler ayakuçlarından yukarıya doğru tırmanırken aklına takılan bitimsiz derinlikteki felsefî meselelerin yeni yeni acıkan karnını doyurmayacak oluşu da yaklaşıyordu. Koluna baktı. Zamanın akıp gittiği kol bileği iplik gibiydi. “Ah saatim!” diye mırıldandı. Vaktin geçiciliği, sıradan bir günü alnının ortasına çaktı. Elini alnına götürüp “Yine sıradan bir gün!” diye mırıldandı. Vaktini kalıcı kılanlara gıpta ederek geçip gittiği şu yeryüzünde tek sermayesi olan Sevdayı da unutmak gerekliliğini, hiç de yeri ve zamanı değilken hisseden bu canlı “ben ne kadar canlıyım?” sualini hiç değilse günde beş defa tekrarlayıp yolculuğunun kalan kısmında neler olabileceğine dair atıp tuttu. Yolculuğunun on dört bin altı yüz on birinci gününe dair duyduğu ilk endişe bir önceki günde başına uğramayan o kıymıklı sızının gelip gelmeyeceği üzerineydi. Şayet bu rutini gerçekleşirse kendisini sağlıklı bir birey olarak kabul edecekti. Korkusu başka ıstırapların rutinine girdikten sonra alıştığı ve artık neredeyse acısını unuttuğu, süregelen sızıların kaybolup yerine yenilerinin gelip kendisini esir alacağıydı.

Bir süre daha başlayan ve hemen oracıkta son bulan küçücük düşüncelerle boğuştu. İçini bir tahtakurusu gibi kemiren varlığın aslında kendisi olduğuna şüphe duymuyordu. O yüzden sorunlarının nedenini ötede beride aramak gibi bir çabaya girişmeden sakinleşebiliyordu. “Ya eğer bana olanların, olacak olanların nedeni başka şeylerse ne yapardım?” diyerek şükür ediyordu. Belki de yanılıyordu. Gelgelelim esas mesele ne bu endişesi ne de kendisiyle giriştiği bu mücadeleydi. Esas mesele tam tamına on dört bin altı yüz on günün ertesine doğru yürürken yolculuğunu sürdürmekte olan bu canlının on dört bin altı yüz on gün içinde bir kez olsun “ben ne için varım ve yolculuğumun amacı ne?” sorusunu sormamış olmasıydı. Varsa yoksa rutini olan ağrıları, varsa yoksa yemekten önce mi sonra mı lakırdıları… Sabahın ilk ışıkları, gecenin son demleri derken tıngır mıngır yürüyordu nasılsa. Küçük kaygılarının onu getirdiği yer burasıydı.

Bu yer birçoklarının kendisini canlı diye tanımladığı fakat aslında hareket ediyor olmanın canlılık kabul edildiği sanrılı bir mekân. Kapısı kırık. İşte bu canlı da o kırık kapıya kilit takmaya çalışanlardandı. Kırık kapıyı kilitlediğini sanarak yürüdüğü bu yolda kendisi gibi düşündüğünü düşündüğü alt katındaki komşusuyla “bugün farklı olacak, yeni bir sayfa açacağız, artık kalksın üzerimizdeki ölü toprağı” gibilerinden gazlamalar yapıp çay eşiğinde yarınların tatlı tuzlu kurabiyelerinden ısırıklar alıyordu. “Ah şekerim bir çay daha lütfen!” “canım hemen getiriyorum.” Koluna baktı. Akrep ve yelkovanın tozu dumana kattığı bir cenk meydanıydı kolu. “Ah saatim!” diye mırıldandı. Vaktin hızı “eh fena sayılmazdı bugün” diye düşündüğü sıradanlığı alnının ortasına çaktı. Elini alnına götürüp “sıradan olmadığını düşündüğü sıradan bir günü daha” kabul etti.

 

Mehmet Erikli

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir