Boyası yıllar önce dökülmeye başlamış ve bir daha da kimsenin yeniden boyamaya vakit bulamadığı bir eski zaman kapısından giriyorum. Birbirine çivi ile tutturulmuş birçok tahtadan oluşan kapı, her gün aynı şekilde gece gündüz dikilmekten, yavaş yavaş yer çekimine bırakmış kendini. Tamamen kapattığınızda dahi eşiğine oturmuyor. Bu yüzden eşiğin el hizasında bir yere çakılan yamuk bir çivi ile desteklenmiş. Kapalıymış gibi davranıyor. Çok basit bir tamir ve boya işi yıllarca yapılmayınca göze görünmez olmuş. Belki de yeni ve sağlam halini kimse hatırlamıyordur şu anda. Asıl işlerin yapılmadığı bu yerde yamuk bir çivi, üstlendiği görevle kendini çok önemli hissediyordur bu yüzden. Bu önemli çiviyi yukarı doğru itiyorum parmaklarımla. Kapı bırakıyor kendini gıcırdayarak. Sonra yarı açık öylece kalıyor. İç taraftan tutturulmuş bir ip parçası gergin gergin yüzüme bakıyor şimdi. Dışarıdaki çivinin yaptığı iş içerden de bir ip parçasına verilmiş. Sonuçta içeriden ya da dışarıdan birinin kapıyı kapatması gerekiyor. Aralıktan kolumu uzatıp ipi özgürleştiriyorum. Doğal olarak kapıyı da.
Kapı bir avluya açılıyor. Eve birkaç adım daha var. Arıların vızıltısı geliyor kulağıma. Başımı yukarı çeviriyorum. Yağmur oluklarının altında kuş yuvası ve birkaç yabani arı kovanı gözüme çarpıyor. Değişen bir şey yok. Arılar ve kuşlar hep oradaydılar. Havalar ısınınca da leylekler gelir, elektrik direklerinin üzerine yuva yapar. Gecenin bir yarısı bir tak tak sesi yayılır evlerin içine. Kuş yuvasından gelen sesler günden güne artar. Çocuklar sırf arılarla uğraşmak için kovanları sopayla yere düşürürler. Rahatsız ettikleri arıların vızıltısını enselerinde hisseder ve kaçarlar hemen. Ellerindeki sopaları bırakırlar. Arılar suçu sopada arar. Sonra akıllı bir arı sopa yerine sopayı tutanları kovalar. Yakalar. Yakalanan bir daha yapmayacağına dair tövbeler eder. Çocuktur, tövbesi uzun sürmez. Sopa, elbet yine bulunur.
Tülden bir sineklik var kapının önünde. Kapı açık. Hep. Sineklik açık kalırsa kıyamet kopar ama. İçerisi sinek dolar, kimseyi uyutmaz. Bunu bildiğimden sinekliği fazla açmadan küçülerek giriyorum içeri, hemen kapatıyorum tülü.
Odaya giriyorum, divanda oturuyor. Saçlarını tamamen kesmişler. Sakalını ve bıyığını da. Başı küçücük kalmış. Divan, aynı zamanda yatağı olmuş. Bir ucunda birkaç tane yastık üst üste duruyor. En üsttekinde bir çukur oluşmuş, yeni kalkmış yerinden belli ki. Yatarken rahat edemedikçe yastık sayısı artmış. Diğer tarafında üzerinden yeni attığı bir battaniye. Pencere kenarında küçük bir leğen bekliyor, kalkamıyor yerinden, suya gidemediği için su ona geliyor, el yüz yıkanıyor bu suda. Geldiğimi görünce bakıyor yüzüme. Eline uzanıyorum. Elini kaldırmıyor. Ben elini tutuyor, öpüp alnıma götürüyorum, tekrar dizinin üzerine bırakıyorum. Yavaş hareketlerle başını bana doğru kaldırıyor, yüzüme bakıyor. Nasılsın, diyorum. Cevap vermiyor. Sesimi yükselterek soruyorum aynı soruyu. Kısık bir sesle cevap vermeye çalışıyor. Hastalığım kalmadı, iyiyim, iyiyim de çok dermansızım, diyor. Sanki hiçbir zaman dermanım olmadı, doğduğumdan beri böyleydim ben, hep dermansızdım.
Pijaması dizlerine kadar sıvanmış. Ayaklarına kan ulaşmıyor gibi beyaz. Biraz şişlik var. Hastalığından kalan izler. Hep önüne bakıyor. Başını çevirmeden, ee sen ne yaptın oğlum, diye soruyor. Ne yapayım, iş güç, uğraşıyoruz, diye cevaplıyorum. İyi, diyor. Çalışın tabii.
Pencereden dışarı bakıyorum bir süre. Alıp verdiği nefesler duyuluyor. Onu dinliyorum. Bazen zorlanıyor nefes almakta. Bazen duruyor. Sonra devam ediyor nefes almaya. Ya da ben bazı nefes alışverişlerini duyamıyor, öyle sanıyorum. Başını çevirmeden, ee sen ne yaptın, diye soruyor. Yeni bir soruymuş gibi. Ne yapayım, iş güç, uğraşıyoruz, diye cevaplıyorum yine. İyi, diyor. Çalışın.
Beni ne zaman çıkaracaksınız buradan, diyor birden. Nereden, diyorum. Hastaneden, diyor. Sıkılıyorum ben, diyor. Leğeni yanına alıyor. Hiçbir şey yapmıyor, bekliyor. İyileşince çıkaracağız inşallah, sık dişini, diyorum. Yavaşça başını çeviriyor, dikiyor gözlerini, bu ne biçim iş anlamadım doktor, iyiyiz ya işte, dermanımız yok sadece, diyor. Yatar dinleniriz, derman da gelir elbet. Gelir tabii, diyorum. Hele sen biraz daha iyileş. Zihnimdeki bütün cümleler yok oluyor birden. Zihnimin karanlığı içinde bulabildiğim bir ışık parçasını onun zihnine aktarmaya uğraşıyorum. Gücüm yetmiyor. Her şey gözünün önünde ama gözünün arkası yok. İşte, diye gösterebileceğin her şey yalan. Yalan olduğunu bildiğim her şey gerçek. Parmakları leğenin dibinde kalan suya değiyor biraz. Islaklığı hissedince eline bakıyor. Elinin üzerindeki damlacıklara bakıyor. Damlacıkların içine bakıyor. Sonra bakmayı bırakıyor.
Ani bir rüzgâr esiyor, nefesini uzun süredir tutan dünya, birden bırakıyor sanki aldığı tüm nefesi. Tozu dumana katıyor. Kapılar, pencereler çarpıyor. Evin sinekliği havalanıyor. Birkaç dakika sonra evin içindeki sessizlik gidiyor. Rüzgârı fırsat bilen birkaç sinek içeri dalıyor. Vızıltıları yayılıyor içeri. Üç sinek birbirleriyle dalaşarak geliyor, başının üzerine konuyor, bekliyor. Eliyle veya başını hareket ettirerek kovabilir ama umurunda değil. Ben kovuyorum sinekleri. Bir tanesi inatla tekrar geliyor, aynı yere konuyor. Duvarda asılı sinek sopasını alıyorum. Sonuçta herkesin bir sopası var. Evin içinde dolanıyor, kovalıyorum, öldürüyorum içeri giren sinekleri. İki tanesi elimden kurtulamadı. Birini bulamıyorum. Yer yarıldı içine girdi. Pes ediyor, oturuyorum aynı yere.
Kafamın içinde bazen bir uğultu dolanıyor oğlum, diyor. Rüzgâr gibi, bir kapıdan giren öbür kapıdan çıkan. İçeride ne varsa alıyor, sürüklüyor, götürüyor. Gitmek istemiyorlar biliyorum ama bu uğultuya da karşı koyamıyorlar.
Yakalayamadığım sinek başının arkasından çıkıyor bir anda. Vızıldaya vızıldaya yükseliyor. Zihnindeki uğultuyu bu sinek yapmış gibi. Zihnine girmiş içerde ne var ne yoksa cebren ve hile ile alıp dışarı atmış. Şimdi de sırıta sırıta çıkıyor, yükseliyor işte. Duvarda bir yere konunca elimdeki sinek sopasını hınçla sallıyor, sinekten kurtuluyorum.
Bizim hanım da ne zamandır yok, diyor. Gelmiyor buralara uzun zamandır. Pencereden avluya bakıyorum. Gelen giden yok. Nerede senin hanım, diyorum. Köyündedir nerede olacak, diyor. Köyde de işler bizi bekliyor. Zaten beni de çıkartmıyorsun buradan.
Burası senin köyün işte, diyorum. Etrafa bakıyor önce. Öyle ya, diyor. Öyle ama pek tadı tuzu kalmadı buraların. Bacaklarını kaldırıyor divanın üstüne. Yastığa atıyor başını. Üzerini örtemiyor, ben yardımcı oluyorum. Ayaklarım üşüyor diyor. Battaniye ile iyice sarıyorum ayaklarını. Gözleri hafif kapalı dinlenmeye çekiliyor. Nereye gittiyse, gelmedi, diyor kendi kendine. Gelmeyecek herhalde.
Bir ses hoş geldin oğlum, diyor. Yorulmuş, nefesini toparlamaya çalışıyor.
Baba, annem burada ya işte, bir yere gitmemiş bak diyorum.
Gözlerini açıp bakıyor bana doğru. Annem gelip yanıma oturuyor. Babam ikimize bakmaya devam ediyor. Annem, diyorum tekrar, bak bir yere gitmemiş. Cama bir sinek konuyor, dışarıdan içeri bakıyor, içeri girmenin yollarını arıyor. İçeri girmek bir rüzgâra bakar. Bir rüzgâr uğuldayarak içeri girer. Ardından sinekler girer. Ne var ne yoksa alır, tüm benliğimizi rahatsız edip giderler. Babam, tozu dumana katılmış zihniyle soruyor:
-Kim?!
Ömer Can Coşkun