Son
“Kırılırken kemiğimin çıkan sesi olurum ansızın”
Sulhi Ceylan, Sırrı Fâş Eylemek
Ali İhsan, “İçimizden biri herkesin cenazesine gidecek ama kimse onun cenazesine gelmeyecek.” dedi. Buraya nereden gelmişti, aklına ne esmişti de böyle söylemişti bilmiyorduk. Bilmiyorduk ama dillendirdiği o cümle sebebiyle ortam buz kesti. Oysa biraz kitap okuyup hakkında konuşacaktık sadece. Konu ölüm de değildi üstelik. Bu cümleden sonra herkes sessizleşip içine gömüldü. Doğru söylemişti İhsan. Herkes sırası geldiğinde gidecekti. İçimizden biri tek başına kalacaktı. Kaç kişi kalmıştık şurada zaten? Baran’ı uğurlamıştık ilk. Otuz yaşındaydı sadece. Fenalaşınca hastaneye kaldırmışlardı. Bir hastalığı yoktu. Hastanedeyken kendine gelmiş, haberini almıştık. Görüntülü bir sohbet başlatmıştık biraz toparlanınca. Yine soğuk şakalar yapmıştı. Biz de işimize gücümüze dönmüştük. Tamamen iyileşince yine bir araya gelirdik ne de olsa. Toparlansındı o. Sonra eşinden haber geldi. Hastanedeyken beyin kanaması geçirmiş birden. Doktor beyninde bir pıhtı attığını söylemiş. Baran otuz yaşındaydı. Eşi vardı. Kızı Müjde vardı. Soğuk şakalar yapardı Baran hep. İyi bir adamdı. İyi bir kuldu. Başka hiçbir şeyi yoktu. Ama gitti. Orhan gitti daha sonra. Otuz yedi yaşındaydı. Trafik kazası geçirdi. Evli değildi ama ihtiyar bir annesi vardı. Beraber yaşıyorlardı. Hanife teyze kendi işini görecek hâldeydi. Babası, Orhan henüz on dört yaşındayken vefat etmiş. İş kazası. Annesiyle birbirlerine dayanak olmuşlar. Orhan gidince Hanife teyze yalnız kaldı. Hangi ana baba evladının ölümünü görmek ister ki? Herkesin müsait olduğu bir gün belirleyelim. Ziyaret edelim Hanife teyzeyi. Ne zamandır gitmiyoruz. Nasıl arkadaşız biz? Hepimiz kendi dertlerimizle boğuşuyoruz. Haftada, bilemedin iki haftada bir, anca bir araya geliyoruz. Bir iki saat gevezelik yapıp dağılıyoruz. Oysa ölüm var. Ölüm var ve kimimiz önden gidecek birimiz bir başına geride kalacak.
Cümlenin ağırlığıyla herkes dağılınca vaktin geçtiğini fark etmemişiz. Soğuyan çaylarımızı hemen içip toparlandık. Haftaya yine aynı yerde toplanmak üzere sözleştik. Serkan haftaya izne ayrılıyormuş. Hafta sonu hanımının memleketine gideceklermiş. Cuma günü herkes müsait olduğu için Hanife teyzeyi ziyaret etmeye karar veriyoruz. Valide-i Atik’te kılacağız cumayı. Orhanların evi o muhitte. Bugün birbirimize daha sıkı sarılıp mekândan ayrılıyoruz.
Üsküdar’dan Kadıköy’e giden 12 numarayı bekliyorum. Epey geciktik. 12 numaranın son seferi. Biraz daha oyalansaydık kaçıracaktım. Neyse, elbet vardır bir hayır. Hem Ali İhsan’ın söyledikleri tazelenmemize vesile oldu. Kalbime bir ağrı saplanıyor birden. Elimle göğsümü sıvazlıyorum. Bir haftadır ara ara böyle bir ağrı geliyor. Hastane işlerini sevmiyorum. Gene de bir baktırmak lâzım. Şu haftayı da bir geçirelim de.
Telefonum çalıyor. Arayan Hüseyin. İlgilendiğim öğrencilerden biri. Bu saatte hayrola?
“Alo.”
“Selamun aleyküm abi.”
“Aleyküm selam Hüseyin. Hayırdır bu saatte, iyisin inşallah?”
“Yani abi… Elhamdülillah iyiyim de…”
“De?”
“Abi ben bizim dergâhın arkasındaki sokaktayım. Hani anlatmıştım ya. O adamlar sıkıştırdı beni. Para istiyorlar.”
“Ben sana uzak dur demedim mi?”
“Abi dedin de takip etmişler, peşime takılmışlar. Aklıma sen geldin. Yani biliyorum sen burada oturmuyorsun ama bir şansımı deneyeyim dedim. Belki yakınlardasındır.”
“Yakınlardayım Hüseyin. Bekle geliyorum. Sataşma kimseye.”
“Yok abi, sataşmam. Gücüm yetmez zaten. Sen de hakkını helal et.”
“Helal olsun.”
“Allah razı olsun abi. Kapatıyorum.”
“Hepimizden inşallah. Tamamdır.”
Âh be Hüseyin. Dedim sana serserilik yapma diye. İtin kopuğun peşine düşüyor durmadan. Bu gençlerle de anlaşmak zor. Ne desem aksi istikamette gidiyorlar. Yarın bir gün bir şey olsa körü körüne ziyan olacaklar. Ailelerini ağlatacaklar arkalarından. Aileniz size güvenmiş, göndermiş gurbete. Niye uslu uslu okulunuzu okumuyorsunuz?
Hüseyin’in verdiği adrese gidiyorum. Üç tane adam var. Yirmilerinin sonunda mı desem otuzlarının başında mı, yaş aralıkları. Koca adamlar olmuşlar üniversiteli gençlerle uğraşıyorlar. Garibim Hüseyin de çökmüş bir kenara. Selam veriyorum. Aleyküm selam, diyorlar. Şişmanca olan soruyor. Ben mi verecekmişim parayı? Hüseyin’i almaya geldim, diyorum. Para falan vermeyeceğim. Yok ya, diyor uzun olan. Sen ne ayaksın, diyor öteki.
“Niye gençlerle uğraşıyorsunuz? Baksanıza işinize gücünüze.”
“Sana mı soracağız?”
“Gel Hüseyin buraya.”
Kolundan tutup götürüyorum Hüseyin’i. Omzumdan tutuyor biri. Öyle kolay kurtulacağınızı mı sandınız, diyor. Bırak kardeşim, diyorum. Diğerleri de itip kakmaya başlıyor. Elden başka bir şey gelmez, karşılık veriyorum. Hüseyin’e, yanaşma diye sesleniyorum. Ötede kal. O sırada kalbime bir ağrı saplanıyor. Elimi göğsüme koyuyorum. Dünya dönüyor. Elimi çekip bakıyorum. Kan. Göğsüme bıçak saplanmış. Dünya kararmaya başlıyor. Hüseyin, abi diye bağırıyor. Yerle bir oluyorum. Asfalt soğuk. Göğsüm sıcak. Şeyh Efendi’nin sesi kulağımda. Son sohbetinde söyledikleri yankılanıyor. “Üç günlük dünya. Siz sanıyorsunuz ki hiç ölmeyeceğiz. Yaşadıkça yaşayacağız. Yiyip içip günümüzü gün edeceğiz. Oysa dünya üç gün yalnız. Siz sanıyorsunuz bir ömür yaşayacağız, canımızın istediği gibi. Ömür dediğin üç gün. Sorun kendinize. Ben o üç günün kaçıncı günündeyim, diye.” Üç günlük dünya. Ben ne sığdırdım o üç güne? Düşünüyorum da elle tutulur bir şey gelmiyor aklıma. Allah’ın benden razı olacağı bir salih amelim var mıydı? Bilmiyorum. Bir şey düşünemiyorum. Dünya tamamen karanlığa bürünüyor. Sadece sesler duyuyorum.
“Öldü mü lan?”
“Kalbine sapladın bıçağı. Bir de öldü mü diye soruyorsun. Kaçalım kimsecikler gelmeden.”
“Abii! Abi ölme ne olur!”
Birinci Gün
“Oysa zaman belki bir ömür boyu süren bir tek andır.”
Ülkü Eliüz, Rasim Özdenören
Tozlar havada uçuşuyor. Burası tanıdık geliyor bana. Bir kalabalık var hemen ileride. Yerde bir çocuk var. Diğer çocuklar başında toplanmış. Yerdeki çocuk kalbini tutarak ayağa kalkmaya çabalıyor. Çok ağrıyor kalbi. Ben de hissediyorum.
“Neden vurdun ki Bekir? Ben sana bir şey yapmadım.”
“Sana ne? Niye vurduysam vurdum. Hem annenle baban bırakmış seni. Kimse sevmiyor. Biz de istemiyoruz.” Çocuklar gülmeye başlıyorlar.
“Annemle babam beni bırakmadı. Öldüler.”
“Baban öldü annen de seni bırakıp gitti. İkisi de seni sevmiyor.”
“Annem beni bırakmadı!”
“Baban ölünce annen de kendisini öldürdü. Seni sevseydi bırakmazdı. Sadece babanı seviyor. Onun yanına gitti. Seni burada bıraktı.”
“Yalancı!” Kalbinin ağrısını unutuyor çocuk. Var gücüyle kendisine sataşan çocuklara savuruyor yumruklarını. Var gücüyle vuruyor. Nefesi tükeniyor. Düşüyor yere. Çocuklar vurmaya başlıyorlar. Yumrukların, tekmelerin geldiği hiçbir yerinin acısını hissetmiyor. Kalbi acıyor yalnız. O günden sonra hep aynı acıyı taşıyor içinde. O günden sonra hep aynı acıyı taşıyorum içimde. Gidip çocuğu kaldırmak istiyorum. Sarılmak istiyorum. Yalnız değilsin, demek istiyorum. Yalnız değilim. Elimi uzatıyorum. Bir adım atsam ulaşacağım. Toz bulutu bana engel oluyor. Gözümün önünü göremiyorum. Görüntü bulanıklaşıyor. Kalbimde aynı ağrı.
İkinci Gün
“Ben ona aşığım, tamam mı? Seni ne kadar mahvetse de, birini mantık dışı bir şekilde önemseyip onun her istediğine sahip olmasını istemeyi karşılayacak bir kelime varsa o da aşktır! Birine âşık olduğun zaman asla durmazsın. İnsanlar gözlerini devirse ya da sana deli deseler bile. O zaman bile. Özellikle de o an! Vazgeçmezsin! Çünkü vazgeçebilseydim, herkesin tavsiyesine uyup önüme baksam ve başka birini bulsaydım bu aşk olmazdı. Bu uğruna savaşmaya değmeyecek gelip geçici bir şey olurdu. Ama bu öyle bir şey değil.”
Ted Mosby, How I Met Your Mother
(9. Sezon – 17. Bölüm – 17.29)
Bir kalabalığın ortasındayım. Bir sürü adam var. Hepsi bir işle uğraşıyor. Daha doğrusu uğraştıkları iş üzerindeyken donup kalmışlar. Hiç kimse hareket etmiyor. İki adam birbirlerine sarılırlarken donmuşlar. Biri bardağa çay doldururken donup kalmış. Çay, demlikten dökülürken donmuş öylece. Birisi elindeki kitabın sayfasını çeviriyormuş donmadan evvel. Diğer insanlar da herhangi bir işle uğraşıyorlarmış işte. Şuan hepsi hareketsiz. Ben de öyleyim. Tüm donukluğun içinde havadan bir kuş tüyü süzülüyor. Yavaş yavaş yere doğru iniyor. Değdi değecek. Yerle temas ettiği anda hareket başlıyor. Herkes ve her şey hareket kazanıyor. İki adam sarıldıktan sonra salavatlaşıyorlar. Çay bardağın içine doluyor. Adamın kitabı elinden düşüyor. Diğer insanlar da her ne yapıyorlarsa devam ediyorlar. Yukarıdaki büyük tabelayı fark ediyorum. “HAYIR KERMESİMİZE HOŞ GELDİNİZ.” Omzumda bir el hissediyorum. “Aslanım şu çayları abilerine götürüver.” diyor. Elindeki tepsiyi ellerime tutuşturuyor. On beş kadar bardak var tepside. Yürümeye başlıyorum. Hem kalabalık hem de yer yer bir sürü perde asılı. Etrafta da çocuklar koşuşuyor. Biri çarpacak olsa kaynar çaylar üstümüze dökülür Allah korusun. Dikkatlice yürümeye çalışıyorum. Nereye gittiğimi de tam olarak bilmeden.
Önümdeki perdeyi açıp içeriye giriyorum. Onu görüyorum karşımda. Tebessümle bakıyor bir yere. Belki de karşısında biri var. Yazmasından kurtulan kestane rengi saçları yüzüne düşüyor. Ela rengi gözleri var. Kalbime bir ağrı saplanıyor. Sonra bir kadın sesiyle kendime geliyorum. Bağırmaya başlıyor.
“Ne işin var kadınlar tarafında? Hacı Abi’yle konuşmak gerek. Çeksin bu gençlerin kulaklarını. Yahu evladım burası kadınlar tarafı. Biz de rahat rahat hizmet yapıyoruz. Üstümüz başımız düzgün değil. Çık dışarı çabuk. Çık dışarı!”
“Ben… Yanlışlıkla… Çay…” diye bocalarken ihtiyarca bir adam perdenin diğer tarafından tutup çekiyor. Evladım dikkat etsene, diyor. Ellerim titriyor. Tepsideki bardaklar yere düşüyor. Çaylar dört bir yana dökülüyor. Tepsi de düşüyor en son. Elimi kalbimin üstüne koyuyorum. On altı yıldır çektiğim aynı ağrı. Yeni bir şey var sadece. Bilmediğim bir şey. Bir his. Öyle bir his ki öldürmüyor, süründürüyor. Güzel bir yanı var aynı zamanda. İçi bir hoş oluyor insanın. Bugünden sonra bir on altı yıl daha çekeceğim aynı ağrıyı.
Üçüncü Gün
“Şöyle deli olmuşam bilmezem dünden günü
Yüreğimde işledi aşk okunun yâresi
Gel imdi miskin yunus tut erenler eteğin
Cümlesi miskinlikte yokluğ’imiş çâresi”
Yunus Emre, Ne Simsarlık Satarsın?
(1240-1320. Sadeleştiren Feyyaz Kandemir)
Birinin omzumu dürtmesiyle uyanıyorum. “Uyan kurban, mola yerindeyiz” diyor. Dikkatli bakınca hatırlıyorum adamı. İsmi Abdullah. Aşçılık yapıyordu. Hangi camiydi hatırlamıyorum. Bir camide tanışmıştık. Çorba dağıtıyordu caminin avlusunda. Yani bugün o günse 2008’deyiz. Yaşadığım anın, geçmiş bir anı olduğunu biliyorum. Yine de o yıllardaki benim. Düşüncelerim, hislerim, tüm bildiklerim… İyi misin kurban, kalkmıyor musun, diyor. Kurban aşağı kurban yukarı. Sinir oluyorum bu lafa. “Yok ben araçta kalacağım.” Peki madem, deyip aşağı iniyor. Camdan dışarı bakıyorum. Yerler ıslak, hava ise güneşli. Soğuk bir memleket herhâlde. Güneş çıkmış bir anlığına. Neredeyiz acaba? On-on beş dakikaya geliyor Abdullah. Bak, diyor. Bir ihtiyacın varsa gör. Araç hareket edecek. Yok, diyorum. Etsin hareket. Sen bilirsin kurban, diyor. Hey Allah’ım!
Bu adam beni nasıl ikna etti de yola düşürdü. Şeyh Efendi’yi bir gör, diye tutturmuştu. Sonra ne olduysa kabul ettirdi. Kafile var demişti, bu perşembe. İş güç neyim bırakma. Önceden hallet. O dil döktü de ben niye ona uydum ki? Diline dolamış bir Şeyh Efendi!
Gıcıklık olsun diye uğraşmak istiyorum. Sizin bu Şeyh Efendi hangi kitapları yazdı, diye soruyorum. Gülümsüyor. Şeyh Efendi kitap yazmaz, diyor. İnsan yazar.
“Nasıl yani?”
“Nasılı var mı? Sadece kitap mı okunup yazılıyor? Allah Teâlâ buyuruyor, kendi kitabını oku, diye. Kâinat kitabı da var. Mallermé’nin meşhur bir sözü vardı. Diyor ya hani, her şey sonunda bir kitaba varmak içindir. Bu kitap sence iki kapak arasında sayfaları olan bir kitap mı? Bence öyle değil. Sonra Recaizade Mahmud Ekrem’in çok güzel bir şiiri var. ‘Bir kitâbullah-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânası hep Allah çıkar.’ Öyle işte kurban.”
Bu adam aşçı değil miydi? Nereden biliyor Mallermé’yi, Recaizade Mahmud Ekrem’i? Adamı sinir edeyim derken kendim sinir oldum. Bir an önce varsaydık şu Şeyh Efendi’nin yanına.
***
“Görevli, bizi sırayla Şeyh Efendi’nin yanına alacak. Sen yanımdan ayrılma kurban.” Ayrılmam yanından. Nereye ayrılayım zaten? Şu dillere destan Şeyh Efendi kimmiş bir görelim.
“Kurban, bizim sıramız geldi. Başını önüne eğ inşallah. Nasibin varsa belki Şeyh Efendi iki kelam muhabbet eder seninle.” Tüm bu ihtimam niye anlamıyorum ki? Takıldık peşine. Dinleyelim madem sözünü. Eğelim bakalım başımızı.
Beş altı kişi içeriye giriyoruz. Şeyh Efendi’nin yanına. Hemen önümüzde iki adam var. Biz de Abdullah’la onların arkasındayız. Bizim arkamızda da birileri var işte. Abdullah’ın söylediği gibi başımı önüme eğdim. Öndeki iki adamı takip ediyoruz. Yan yana dizilmiş minderler var. Adamlar sağ baştan oturuyor. Biz de Abdullah ile hemen yanlarına. Başımız önde. Sanki bir suç işledik! Daha fazla dayanamıyorum. Yavaşça başımı kaldırıp bakıyorum. Onu karşımda görüyorum. Başımı kaldırmamla gözlerimi gözlerine hapsediyor. Ela rengi gözleri. Işıl ışıl parlıyor. Sanki tüm kâinatı toplamış gözlerinde. Ay gibi parlak bir çehresi var. Dikkatim gözlerinden gülüşüne iniyor. Ne de güzel tebessüm ediyor. Kalbime bir ağrı saplanıyor. Elimi göğsüme koyuyorum. Dudakları kıpırdıyor. Bir ömür dert edineceğim o soruyu soruyor.
“Kurban, sen hiç âşık oldun mu?”
Başlangıç
“Çünkü ölüme dek umut ediyoruz durmadan.”
André Gide, Günlük
Gözlerimi açmaya çalışırken parlayan beyazlık bana engel oluyor. Elimle gözlerimin önündeki parlayan beyazlığı engellemeye çalışıyorum. Göz kapaklarım hafifçe açılıyor. Doğruluyorum yavaş yavaş. Neredeyim? Sersemlemiş gibi hissediyorum. Sonra heyecanlı bir ses duyuyorum.
“Abi! Uyanmışsın abi. Allah’ım sana şükürler olsun.”
“Hüseyin?”
“Benim abi. Kendine geldin şükür.”
“Neredeyiz?”
“Hastanedeyiz abi.” Elimi kalbimin üstüne koyuyorum. Hatırlıyorum. Kalbimin ağrısı. Sonra kan. Bıçak. Şeyh Efendi?
“Abi arkadaşların bahçede. Sadece bir ziyaretçi alıyorlar. Ben çok ağladım diye arkadaşların benim kalmama müsaade ettiler. Kendine geldiğini doktora bildireyim.” Başımı sallıyorum.
Olayı hatırlıyorum. Sonra adamlar vurmaya başladılar. Kalbimin ağrısı… Ben nasıl hayatta kaldım?
“Kendinize gelmişsiniz.” diyerek gülümsüyor doktor. Genç biri. Yanında da kendi gibi genç bir doktor daha var.
“Doktor bey bıçak kalbime saplanmıştı.”
“Evet haklısınız. Bıçak kalbinize saplanmıştı. Aslında şuanda hayatta olmamanız gerekirdi. Normal şartlarda yani. Şartların normalliğini bozan anatomik bir bozukluk saptadık vücudunuzda.”
“Nasıl bir bozukluk?”
“Destrokardili situs inversus.”
“Anlayabileceğim bir şekilde ifade eder misiniz?” Birbirlerine bakıp gülüyorlar.
“Organların olmaları gerektikleri yerde olmayıp bir ayna yansıması gibi tam aksi yönde yer almaları. Kalbiniz sol göğüs kafesinizde değil, sağ göğüs kafesinizde yer alıyor. Böylelikle bıçaklandığınızda kalbinize isabet etmemiş. Bu zamana kadar nasıl fark edilmedi anlayamadık. Daha önce hiç detaylı bir check up yaptırmadınız mı?” Başımı hayır anlamında sallıyorum. Diğer doktor gülerek söze giriyor.
“Hiç mi anlamadın oğlum, insan bilir ne yaşadığını ya.” Katıla katıla gülüyor.
“Oğlum?”
“Dizi repliği. Çok meşhurdur. Duymadınız mı hiç?”
“Pek televizyon izlemem.”
“Televizyon kanalında değil zaten. Bir platform var…” Diğer doktor, arkadaşını dürtüp susturuyor. Geçmiş olsun, diyor. Sol göğsünüzde ara ara bir ağrı olabilir. Ameliyattan sonra normal bir durum. Çıkışınızı alıp evinizde dinlenebilirsiniz. Yalnız gitmeden önce bir hastane polisine uğrayın. Sizi bıçaklayan adamları yakalamışlar. İfadeniz gerekiyor.
Bizimkiler giyecek bir şeyler almışlar bana. Hüseyin dışarıda beklerken giyiniyorum. Sonra birlikte aşağı iniyoruz. Polislere ifade verdikten sonra dışarı çıkıyoruz. Bizimkiler toplanmış bahçede. Beni görünce gülüyorlar.
Bir ömür boyu aynı ağrıyı tam kalbimde hissettim. Kırıldım, solumda o ağrıyı hissettim. Sevdim, yine aynı yerde aynı ağrı. Düştüm, aynı ağrı. Kaldırdılar, aynı ağrı. Hakikaten insan bilmeyebiliyormuş ne yaşadığını. Şeyh Efendi’nin sesiyle, üç günlük dünya. Kaç kez düştüm, kaç kez kalktım? O ağrı kaç kez yokladı beni? Kalbim soldaymış veya sağdaymış. Var mı bir önemi? Önemli olan o üç güne ne sığdırdım? O üç günde kıran mı bendim, kırılan mı? O üç günde hiç âşık oldum mu?
“Korkuttun ya!” diyor Emrullah. Gülüyorum. Çok şükür iyisin, diyorlar. Allah beterinden saklasın. Sadaka vermeyi unutma. Unutmam, diyorum. Ali İhsan gülüyor. Evine götürelim istersen, diyor. Biraz dinlen. Olur, diyorum.
“Ali İhsan.”
“Efendim abi.”
“Bir bak bakalım. Yakın zamanda bir kafile var mıymış? Ziyaret edelim Şeyh Efendi’yi.”
Hasna Para
6 Yorum