Yaşamın ne olduğunu tam olarak bilmeden, öğrenmeden ve hissetmeden yaşayan kalabalıklar arasındaki küçücük noktalardan biri de benim. Varlığımı, kozmosun içinde serseri mayın gibi oradan oraya dolaşan ve dolaştıkça ışığını, ağırlığını kaybeden bir gök taşına benzetmek geliyor içimden çoğu kez.
Bu başıboş ve ortada kalmış bedenim ve içindeki dayanılmaz ağırlığa sahip ruhum, bilmediği yaşamda az da olsa bilebileceği her şeyi kaçırmaktan başka bir işe yaramıyor. Çikolatanın tadı, dünya üzerinde yapılan dinsel törenler, rüzgârın estiği yön, güneşin etkisi, güneşin insan üzerindeki etkisi, insanın insan üzerindeki etkisi, etkisi, etkiler… Çok fazla kaçırmak seyrediyor bunların arasında. İnsan her gün aynı saatte kalkan bir treni, otobüsü, minibüsü kaçırabilir ama güneşin etkisini, müziğin ritmini ve dahi bir dünya şeyi kaçırdı mı, her şey anlamsız şeylerin esaretinde bitebiliyor.
Eşyalarımı katlayıp valize koyarken aklıma gelmişti bunlar. Şaşırdım. Uzun zamandır bu denli düşündüğüm olmamıştı. Beynimin hâlâ yerinde olmasına sevinmiştim ama bunların farkına vardığımda bedenimde büyük bir hareketsizlik oluştu. Öylece oturduğum yerde kalakaldım. Siyah, eskimiş ama yıllarca sırtımda gezebilecek çantama bakmaya başladım. İkimizin arasında artık hiçbir fark yoktu. Düşünmeyen iki şey. Şeylerin şeyliğinde kopan fırtınalar.
Uyumuşum. Öylece uyumuşum. Odanın ortasında, evin ortasında, hayatın tam ortasında. Kendime gelmem uzun sürdü diyecek gibi oldum ama yıllardır kendime tam olarak gelemediğim için, kendine gelmenin ne demek olduğunu kestiremiyorum. Kalkıp yüzümü yıkadım. Mutfağa gittim. Dolabı açtım. Çeri domateslerden bir kaç tane aldım. Balkona geçtim ve uzun uzun dışarı seyreden saçları toplu, beyaz hırkalı, mavi tişörtlü komşumun gözlerinden dışarıyı seyre koyuldum. Onun gözlerinden midir yoksa benden kaynaklı mıdır bilinmez, renkler solmuş vaziyetteydi. Domatesleri yedikten sonra içeri geçtim. Ortasında uyuduğum odaya girdim. Çantamı sırtıma aldım ve kapıya yöneldim.
İnsanlar bir şeylerini toplayıp bir yerden başka bir yere gittiklerinde yeni bir başlangıç yaptığı düşüncesine kapılır. Öyle olmuş mudur gerçekten? Ayakkabımı giyerken gelen bu düşünce karşısında ne yapacağımı, ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. İnsan kendini bırakıp gitmedikten sonra, çantasını alıp gitse yeni başlangıç yapmış olur mu gerçekten? Merdivenlerden inerken de bunlar gelmişti aklıma.
– Salih naber?
– İyiyim abi senden naber?
– İyiyim bende ne olsun, yaşayıp gidiyorum işte.
Seyfi abi hayatını çok güzel özetlemişti; “Yaşayıp gidiyorum işte” diyerek. Hayatıyla ilgili bu sadeliği ve kabullenişi elde etmek için kime ne kadar rüşvet vermişti acaba? Yaşayıp gittiğinin bu kadar net farkında olan insanlardan korkmuşumdur hep. Kapımın önünden çöpleri alırken karşılaştığım ve sadece selamlaştığım o tatlı, çilek suratlı Seyfi abi acaba kiralık bir katil olabilir miydi?
– Abi tam olarak yaşayıp gidiyorum derken? Nasıl yani?
– Ne nasıl Salih? Yaşayıp gitmenin nasılı mı olur?
Aslında “yaşayıp gitmenin nasılı” yüzyıllardır tartışılan bir konu. Bu tartışma içinde kendine koltuk kapan her insan böyle bir soruya bir cevap verme gayretinde bulunmuştur muhtemelen. Öyle tahmin ediyorum çünkü bununla ilgili uzun okumalarım oldu.
– Öyle laf olsun diye sordum abi.
– Hee. İyi bakalım. Çöp var mı?
– Yok.
Aslında beynimin içinde büyük bir çöp yığını var ama kapımın önüne koyduklarım gibi çıkarıp Seyfi abinin önüne koyamıyorum. Sihirli güçlerim olmuş olsa sanırım yapacağım ilk şey bu olurdu.
Hava oldukça soğuktu. Dün güneşin tenime uyguladığı sıcak masajın ardından ipleri eline alan soğuk “Dün dünde kaldın aslan” diyerek tenimi kırbaçlıyordu. Güneşin etkisini kaçırmak, saatler sonra vücudumda çatlaklar oluşturmuştu.
Sayısız insanın bir o yana bir bu yana koşturduğu, sürünen valizlerin şarkılar söylediği, çığırtkanların “Abi yardımcı olayım” diyerek ön kestiği, otobüslerin büyük bir hışımla yolcu indirip, yolcu bindirdiği peronların olduğu büyük bir otogara geldim. Boş bir bank bulup oturdum. Ne yapacağımı bilmediğim vaziyette öylece oturuyordum. Öylece.
Büyük sırt çantası üzerinde çadırı ve matı olan, deri ceketli, dalgalı uzun saçlı, kabarık sakallı, pantolonu yırtık, ayakkabısı yırtık, hafif uzun boylu bir adam hiçbir şey söylemeden yanıma oturdu. Yorulmuş olduğu oturduktan sonra “offf” demesinden belliydi. Hayatın omuzlarına yüklediği yükü unutturacak cinste olan çantasını önüne bıraktı. Ben, öylece oturduğum yerden etrafı izliyordum. Neden sonra yanımdaki adam, “Burası da amma kalabalık. Zaten burayı ben hiç boş görmedim. Burada her dakika, her saat birileri bir yerlere gidiyor ve birileri bir yerlerden geliyor” dedi ve çantasından bir tutam tütün çıkarıp sarmaya başladı. Sarma işlemi devam ederken konuşmaya devam ediyordu. İlk kurduğu cümlelere dikkat kesilmiştim ancak dikkatim kısa sürede dağıldığı için kalan kısımlarını duymadım. Kaldı ki ne söylediği pek de umurumda değildi.
– Sana diyorum arkadaş. Duymuyor musun beni?
Omzumu delecek gibi dokunduktan sonra adamın benimle konuşmaya çalıştığının farkına vardım. Dünya üzerinde, kendi yarattığım dünya üzerinde farkına varmak istediğim bir dünya şey varken, yanımda boş konuşma ihtimali çok yüksek olan bir adamın farkına varmıştım. Bazı şeyleri fark etmek, insanı anlamsız şekilde tahrik edebilir. Yanımdaki adam hariç.
– Ha, pardon ya duymadım. Buyur?
– Hayırdır ya bu ne dalgınlık böyle. Yaşıyor musun, merak ettim.
Aslında yaşadığımı ben bile unuttum. Yani bir zamanlar yaşamışım da hatırlamakta güçlük çekiyormuşum gibiydi. Böyle birinin çıkıp “Sen zamanında bunları yaşadın” demesini bekler gibiydim. Olması imkânsız bir beklenti işte.
– Yaşayıp gidiyorum işte. Sen?
– Nasıl yani? Tam olarak yaşayıp gidiyorum ne demek?
– Öyle işte. Boş ver onu da sence Seyfi abi kiralık katil olabilir mi?
– Anlamadım.
– Ben de…
Süleyman Mete
1 Yorum