Buz kesiyordu, küçük odanın içi. Necla Hanım ellerini ovuşturuyor, diğer yandan etrafı süzmekten kendini alamıyordu. Üşüdüğünü belli etmek istemiyordu kimseye. Doktorun ağzından çıkacak cümleleri bekliyordu pür dikkat. Sessiz, harap ve tedirgin…
Beyaz önlüğünün sol tarafında yer alan kartında ‘Ümit Kardemir’ yazan, orta yaşlardaki hafif kır saçlı doktor, numaralı gözlüğünü düzelterek, “Yalnız konuşsak daha iyi olacak.” dedi, kısık bir sesle.
– Kağan oğlum sen beni dışarda bekle. Doktor Bey, reçeteyi yazsın geliyorum.
Günlerdir süren tomografi sıraları, saatlerce beklenen tahlil sonuçları, gelmek bilmeyen doktor sıraları… Bütün bunlar Kağan’ın canını tak ettirmişti. Annesinin sözü, ilaç gibiydi ona. Hemen dışarı çıktı. Her beş saniyede bir kolundaki mavi kordonlu saatine bakma isteği doğuyordu. Akrep ve yelkovan, limana demir atan tarumar bir gemi hüviyetindeydi. Vakit geçmek bilmiyor, annesi ise nedense doktor odasından çıkmıyordu.
Nihayet! Bekleyiş sona erdi. Necla Hanım, odadan çıkar çıkmaz oğlunun elini tuttu sıkı sıkıya. Yüzünde yapmacık bir gülümseme… Küçük bir çocuğu kandırırcasına, “Kağan, çok yorulduk! Hemen evimize gidelim” derken titreyen ses…
Necla Hanım, bir an önce kendini dışarı atabilmek için hızlı adımlarla yürüyordu, hastanenin uzun koridorunda.
Annesine yönelttiği, “Çok ilaç yazdı mı?” sorusuna cevap alamadı Kağan.
– Anne sana diyorum.
– Efendim oğlum, Ne oldu?
– Çok mu ilaç yazdı? Baştan söylüyorum hepsini içmem. Hem sen demiyor muydun öyle her zaman hap içilmez diye. Bu defa sözünü fazlasıyla tutacağım anne, söz veriyorum.
Oğlunun, yol boyunca yönelttiği sorulara “Evet! Hayır!” gibi kısa cevaplar vermeyi tercih etti annesi. Sessizlik elzemdi. Zira, Necla Hanım doktor odasından çıkarken aklını almayı unutmuş gibiydi.
Eve geldiklerinde Kağan kendi odasına, Necla Hanım ise oturma odasına çekildi. Bundan sonra ne yapacağını düşünüyordu. Gözleri doldu, dokunsan ağlayacaktı. Siyah çantasından cep telefonunu çıkardı. Bu sırada televizyon sehpasında sıralanmış siyah-beyaz fotoğraflara takılı kalınca gözleri, maziyi düşündü. Kağan’ın doğduğu gün, paytak paytak yürümeye başladığı anlar, birinci sınıfta okumaya geçtiği zamanlar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp geçti. Elindeki cep telefonundan kardeşi Kemal’i aradığını unutmuştu bir an.
– Alo! Abla!
– Kemal ben hiç iyi değilim!
– Abla ne oldu? Hayırdır? Ağlama ablam. Ne oldu anlat hele!
Ağlamaktan konuşamıyordu Necla Hanım. Hıçkırıkları yüreğini parçalarcasına artıyordu her geçen saniye. Kardeşi, telefonun diğer ucunda onu teskin etme gayretindeydi.
– Ne oldu Necla abla? Söyle meraklandırma adamı!
– Kemal, Kağan’ın beyninde ur varmış.
– Nasıl yani?
– Kağan’ım yaşayacak Kemal. Kağan ölmeyecek. Oğlumu kara toprağın altına koymayacağım. Kemal ne yapacağız? Oğlum benimle kalacak değil mi? O daha çok küçük. Sınava girecek bu yıl, mühendis olacak benim oğlum. Allah’ım ne olur bizi ayırma! Sana yalvarıyorum Rabbim!
Necla Hanım, bir ara konuşmasına ara verdi ve bu şekilde hıçkırıkların önüne geçmeye çalıştı. Ağzını kapattı, dilini ısırdı. Ağlamasına devam etti, gözlerini yumarak.
Evdeki sessizlik ürkütücüydü. Gecenin katranlığı kaplamıştı her yeri. Gözleri, hiç bir şey görmüyordu. Duvar saatinin tik takları pusulası olmuştu.
– Necla? Karıcığım!
Bir ses işitti, derinden gelen bir erkek sesi.
– Korkuttum mu seni karıcığım? Susamıştım. Su içtim. Sen de ister misin?
Boş bakışlarla sesin geldiği yöne dikti gözlerini. Korkmuştu aslında ama gelen sesin tanıdık olması yüreğini ferahlattı.
– Kağan’ı rüyamda gördüm. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Doktor böbrek yetmezliği var dedi. Çok gerçekçiydi rüya. Korkuyorum Kerim. Lütfen yarın sabah oğlumuzu hastaneye götürelim. Tıp çok ilerlemedi mi zaten? Her hastalığın bir çaresi bulunur elbette.
– Necla, kâbus görmüşsün sen karıcığım. Şu soğuk sudan biraz iç, kendine gel. Çok terlemişin. İyi değilsin sen.
– Ne diyorsun Kerim ya? İçmeyeceğim su falan. Ben sana ne diyorum, sen ne cevap veriyorsun. Nasıl bir baba oldun? Eskisi gibi değilsin, aileni çok ihmal ediyorsun.
Elindeki su bardağını fırlatacak kadar sinirleri gerildi kocasının. Sakinliği bir kenara bırakarak, ses seviyesini oldukça yükseltti.
– Necla hayallerini, rüyalarını bir kenara bırak artık. Bizim Kağan diye bir oğlumuz yok. Hiçbir zaman da olmadı. Anladın mı? Bıktım senin ütopik dünyandan! Kaç defa bu konuyu konuştuk seninle. Bizim çocuğumuz yok. Kafana sok artık bunu. Allah aşkına gece vakti başlama yine.
Kocasının ağır konuşmasını kaldıramadı, Necla Hanım. Evin beyaz duvarları üzerine geliyordu, yavaş yavaş. Kaçmak istiyordu. Kimsenin göremeyeceği bir yere kaçmak… Yatağına döndü hızlı adımlarla. Yastığına kapanarak ağlamaya başladı. Hıçkırıkları etrafa saçılıyordu bu kez.
– Hanım efendi! Hanım efendi! Konya’ya geldik. Siz burada inecektiniz değil mi?
Korkulu gözlerle baktı, mavi gömlekli genç çocuğun yüzüne. Kafasını koyduğu cam buğulanmıştı nefesinden. Muavin gencin “Bagacınız var mı?” sorusunu kafasıyla onayladı. Otobüsten indiğinde güneşin her yeri kapladığını fark etti.
– Antalya yolcusu kalmasın, Antalya, Antalya!
– İzmir’e gidecek var mı? İzmir, Muğla, İzmir!
“Abla! Buradayım” sesine kulak verdi, o bağrışmalar arasında. Arkasını döndüğünde kardeşi Kemal’in kendisine el salladığını gördü.
– Hoş geldin abla! Nasılsın Necla abla? Tanıyamadın mı yoksa kardeşini? Tanışalım ben Kemal.
Kemal ile sarılırken yalandan bir gülümsemesi vardı. Ne kadar büyürse büyüsün kardeşinin huyu hiç değişmiyordu. Her olayda bir muziplik bulmasını biliyordu, küçüklüğünde olduğu gibi.
– Seni cepten aradım ama cevap vermedin. Uyudun herhalde. Neyse sağlık olsun. Sağ salim geldin ya yeter. Ben valizini alıp geliyorum hemen.
Sessizliğin iyi olacağını düşündü. On bir ayın ardından ilk kez gördüğü kardeşine karşı yabancı gibi davrandı.
– Yolculuğun iyi geçti mi abla? Yemin ederim çok özledim. İyi gördüm bu sefer seni, toparlanmışın. En son gördüğümde çok zayıftın. Şimdi biraz kilo almışın.
İki kardeş Konya otogarında yürürken Kemal konuşmasına ara vermeden devam etti. Ablasına fırsat vermeye niyeti yoktu. Onun farklı dünyalara gitmesini engellemek istercesine ardı ardına cümlelerini sıralıyordu.
– Ha Zehra kahvaltı hazırladı abla, evde bizi bekliyor. Güzelce karnını doyurur sonra bir güzel uyku çekersin. Şimdiden söylüyorum, bir süre salmayacağım seni. Hem Zehra da çok istiyor. Hep birlikte Konya’yı gezeriz. Doktorunla konuştum, hava değişikliğinin iyi gelebileceğini söyledi. O Doktor Ümit’e çok kızdım. “Benim ablamın ne işi var 46’lıkların içinde? Sadece biraz psikolojisi bozuldu” dedim. İnan tırstı benden.
Necla Hanım, otogarda banklara uzanmış insanları izlemeye bir süreliğine ara verdi. Kardeşine dönerek, “Kemal” dedi.
– Efendim abla! Buyur bir şey mi isteyeceksin?
– Senin bilgin vardır. Enişten olacak o adamın şu an ki karısından çocuğu oldu mu?
Abdullah Uluyurt
3 Yorum