Geçen sene…
Geçen?
Daha önceki?
…çok güzeldi.
Gerçi, her geçen sene güzeldi. Zaman gözümüzün önündekilere perde çektiğinde hatırlıyor ve özlüyoruz kaybettiklerimizi. İklimler bana hep kış. Güneşin en tepede olduğu vakit dahi üstümde olanları değiştirmek gelmiyor içimden. Bu ev, evim, baştan aşağı dökülen kaynar su misali yakıyor beni artık. Eskiden her yerinde boşluklar gördüğüm ev, bana kalabalık. Çokken az görünen ev boşken neden bu kadar kalabalık, boğucu? Ev denilen, dört tarafı duvarlarla çevrili yalnızlık kenti artık benim için. Arada cama çarpan ağaç dalları da olmasa bu sessizlik bana yaşadığımı unutturacak.
Sallanan sandalyem gibi sallanıyor rüzgârda bahçedeki “Satılık” tabelası. Daha kapımı çalan olmadı. O tabelayı bahçeye çaktım çakalı sandalyemi pencerenin önüne aldım. Gelen olursa göreyim diye… Tekin biri gibi görünmezse gelen kişi -olur ya, “insanlık” kavramı içine insan konulan bir kutu değil ki, tüm insanları toplayıp içine koyalım, lâzım olunca çıkaralım. Her “insan” görünümlü canlı dışarda!- kapıyı açmayayım istiyorum. Yağmur damlaları penceremde yarışıyor, tabela gün geçtikçe başını yere eğiyor. İçten içe bu duruma içerliyor mu, bilmem. Çimenlerin tam ortasında yalnız bir tabela o her halükarda. Yalnız, kimsesiz…
Benim de farkım yok gerçi o tabeladan. Onu köşkün dışına dikmişler, beni köşkün içine. Hangimizin durumu daha vahim bilmiyorum. Ona da kapıyı çalan karar versin.
Öyle biri olur mu ki?
Eskiden gözüm dışardaki insanlara takılırdı. Hepsinin tek tek yüzlerini inceler, nasıl bir yaşamlarını olduğunu tahmin etmeye çalışırdım. Bu yaşta bir insanın çok fazla boş vakti oluyor. Tam karşımda küçük de olsa o kadar grinin arasında yeşil bir alan var, ismine “park” dedikleri. Oraya gelen aileler, çocukları, işleri olup da etrafta koşturan insanların tamamı benim tek eğlencemdi. Şimdilerde onları da fark etmiyorum. Belki gözlerim artık o kadar net görmüyordur. Belki de yüreğim alışmıştır artık, bu yalnızlık kıyafeti üzerime tam olmaya başlamıştır.
Yavaş adımlarla yürüyen bir adam bulunduğum eve bakarak evin önüne kadar geldi. Üzerinde lacivert palto, elleri cebinde, tam satılık tabelasının önünde durdu. Benim pencerede olduğumun farkında değil sanırım. Benim olduğum yöne bir kere bile bakmadı. Evi mi satın alacak? Yoksa tabelanın yamukluğu mu rahatsız etti. Elleri ceplerinde hafif rüzgârlı havada öylece sallanmadan duruyor. Yüzü beyaz, iyi birine benziyor. Zaten yüzünde beyazlık gördük mü iyidir deriz hemen. Bizim için renk önemlidir. Beyaz iyidir. Kefen? Beyaz? Aklım karıştı… Adam fazla diretmedi. Yavaş yavaş yoluna devam etti. Yağmur da onunla birlikte… Yalnızlık, sürekli bir duygu… Alışkanlık belki de. Hafiften ürküttü beni o adamın orada durması. İçeri girerse diye düşündüm. Ne diyebilirim? Yıllardır konuşmuyor gibiyim. Ailemin tüm fertlerini kaybettikten sonra bir daha bu evden çıkmamış biri olarak. Ne diyebilirim ki bir yabancıya, tanıdığımla bile şimdilerde konu bulup konuşmak benim için zor.
Evin kaç odalı olduğu, içinde kaç kişi yaşadığına bağlı. Yalnızsan eşya da senin tekilliğine ayak uyduruyor, tekilleşiyor. Ev kaç odalı olursa olsun, tek odalı görünüyor. Hangi pencereden bakıyorsan, o pencere evin tek penceresi oluyor. Yaşanmayan mekân, yaşanmışlıktan sayılmıyor. Yalnızlık çokluğu kabul etmiyor maalesef. Geçen gün fark ettim, duvardaki büyük, ahşap işlemeli saatin akrebi düşmüş; camın içinde can çekişiyordu. Umursamadım. Benim yaşımda biri için dakikalar daha önemli. Bu yaşlarda zaman daha tedirgin akıyor; uykuya götürür gibi… Sakallarım alabildiğine ağarmış, aynaya her baktığımda ürkütüyor beni bu durum. Beyaza boyanıyorum gitgide… Dokunamıyorum, sanki ölmüşler gibi, dokunursam döküleceklermiş gibi hissediyorum. Hâlbuki insan gençken aynaya her baktığında var olduğuna o kadar içten inanıyor ki bir daha o varlık yalanından kurtulamıyor. Yıllar sonra yokluk beyaz bir tokat çarpıyor insanın yüzüne. Geç ama yine de titretiyor insanın içini. Kefene bu kadar yakınken giydiğim tüm renkli kıyafetler, hepsi bu yalanın bir parçası olmuş, her renk sonunda beyaza dönüyormuş.
Oysa bir zamanlar çocuktum ben. Evin en küçüğü idim. Evin en küçüğü olmak zordur. Her işe sizi koştururlar. Anne, baba, sizden büyük kardeşler, eve gelen misafirler… Onlar hayatta ne kadar yorgunsa sizi o kadar enerjik görür, bütün küçük işlere -Bir araya gelince nasıl da büyür o küçücük işler!- sizi gönderirler. Oflaya sızlana da olsa gidersiniz. Evin küçüğü olmak zordur. Okurken sizden iyi bir gelecek bekleyen ikiden fazla kişi vardır. Evin en küçüğü iseniz dışarıdaki kötülüklerden koruyorum hesabıyla önünüze çekilen setlerde artış olur. Bunların hiçbiri evin en küçüğü olma durumunun gerçek zorluğunu anlatmıyor. Evin en küçüğü iseniz ve kader sıralamayı değiştirmezse bütün o sevdiğiniz insanların tek tek ölümlerini seyreder, bütün cenaze namazlarında ön safta bulunursunuz.
Ölüm sırası belli olmaz derler. Bazen evin en olgunu en gencinin ölümünü görür de gencecik gitti diye ağıt yakılır. Evimden kopanları tek tek toprağa verirken hep onların söyledikleri sözler kulaklarımda çınlıyordu. “Bakkala gidiver hadi!”, “Çöpü döküver oğlum!” ifadeleri yerini “Beni gömüver hadi!” sözüne bıraktı. Evin küçüğünden istenilen son iş de istenmişti teker teker. Hiçbirine “hayır” diyemedim. Evin en küçüğü iseniz, evin nüfusu kadar ölürsünüz. Her seferinde daha da derine batan bir acıyla… En yakınlarımız aynı zamanda içimizi en yakanlarımızdır.
Babamın vefatında annem ve abimin, annemin vefatında abimin arkasından yürüdüm kabristana. Abimin vefatıyla beraber ön saftaydım artık. İnsan arka saflarda olduğunu düşünürken ölümün geleceğine inanmıyor. Ön safa geçtiğimde topraktan başka bir şey görmedim. Geriye baktığımda tüm insanlık beni toprağa itecekmiş gibi korktum. Uçurumun kenarında hissettim kendimi. Her seferinde açılan çukurlara ilk ben girdim. Kontrol ediyor, provasını yapıyormuşçasına. Üzerlerine atılan her toprak, kum saatinin içindeki kum taneleri gibi göründü gözüme. Tane tane inen kum zerreleri kürekle atılıyordu gözlerimin önünde. Saniyelerle değil, sanki saat saat dökülüyordu. Ölüm, çabucak beni de istiyordu. Ölüm belki de uzun zamandır beklediğim tek varlıktı artık.
“Satılık” tabelası rüzgârda biraz daha eğildi. Kapıyı çalacak birinin olmasından ümitsizliğe düşüyor belli ki. Evin içinde gezinirken gördüğüm her ayrıntı kaybettiğim insanları hatırlatıyor bana: Annemin seccadesi, elinden düşürmediği örgü -vefatında da elindeydi- babamın yakın gözlüğü, masasının üstündeki gazeteleri, kitapları -kitapları okuduğunu hiç görmedim ama gazete elinden düşmezdi- abimin tespih koleksiyonu. -özenle hepsinin iki güne bir tozunu alır kimseye dokundurtmazdı- Şimdi hepsi evi müzeye çevirecek kadar anıyla dolu öylece yerlerinde duruyor. İnsanlar ölünce eşyalar öksüz kalıyor. Özenle bakılan her dünyalık sonunda tozlanıyor, yıpranıyor. Ölenin eşyaları onunla birlikte ölümü de hatırlatıyor insana. Bu ürpertici duygu evin her yanına sinmiş.
Yıldırım çakıyor, dışardaki yağmurlu hava fırtınaya çeviriyor yavaş yavaş. Tabela tamamen yere kapaklanmış, çamura bulanmış. Pencerenin önünden ayrılıyorum. Odama giriyor, kapımı kapatıyorum.
Ömer Can Coşkun
1 Yorum