Mühendis olduğum senenin sonbaharıydı, başka bir deyişle memur olduğum senenin… Mezuniyetimin dördüncü ayında bir Anadolu kasabasına tayin edildiğimi öğrendim. Gönderilen tebligatta, gerekli evrakı hazırlayıp en geç on gün içerisinde görev yerime gitmem isteniyordu. Üç günde hazırdım. İki gün süren yolculuğun ardından oldukça serin ve sessiz bir sabah vaktinde kasabaya ulaştım. Valizimle beraber bir süre yürüdüm. Evlerin sade ayrıntıları, bacalardan göğe doğru sıyrılan duman kümeleri, yer yer büyümüş otlar, birkaç iri gövdeli ağaç dışında başka bir şeyle karşılaşmadım.
Kıraathanenin buğulanmış pencereleri, sert ve sıcak bir çayın beni beklediğini haber verdi. İçeri girmek üzereydim ki valizime yapışan el ile irkildim. Sekiz köşe kasketli, ömrü kış güneşine hasret bir adam, ılık gözleri ile derin derin bakıyor, bir yandan da valizimi çekiştiriyordu.
“Alayım beyim, de hele alayım!”
“Aman efendim, ne yapıyorsunuz, estağfurullah.”
“Biraz heyecanlandım sizi görünce affediverin, emansız davrandım korkuttum sizi.” dedikten sonra gür bıyıkları burnuna vura vura devam etti, “Komutanım, beni hizmetimden mahrum etme, sana yük ettiğimiz bizim döşeğimize taş olur. Verin bavulunuzu alayım.”
Adı Cemil idi, birkaç hafta sonra Cemil amca olacaktı. Hem çalışanı hem müdürü olacağım Tarım Kredi Ofisi’nin müstahdemi, çaycısı, bahçıvanı kısacası her şeyiydi ve tamı tamına olması gereken ölçüde bir insan… Bana neden komutanım dediğini merak etmiş olabilirsiniz. O yıllarda kimi mühendisler doğu illerinde memuriyet görevlerini yerine getirirken diğer yandan da yedek subay olarak askerlik vazifesini de yapıyordu. Bu yüzden kimi zaman Mühendis bey, kimi zaman ise “Komutan” oluyordum.
Valizi Cemil amcaya elbette taşıtmadım. Birer bardak çay içtikten sonra geçici olarak konaklayacağım köy odasına doğru yürürken, önümden üzeri çiçekler ile bezeli bir motosiklet hırıldayarak geçti. Çok hızlıydı ve adeta burnumu sıyırarak geçmişti. Kendimi son bir hamle ile geri attım.
Haliyle sinirlenmiştim. Cemil amcaya onun kim olduğunu sordum.
Amca mahzun; “Bizim Hüseyin’dir beyim” dedi. “Rahmetli ağabeyimin oğlu. Biraz gariptir hali. Yüksekokula gitti başkaca bir adam oldu geldi. Gündüzleri otobüs garajının çevresinde gezinir, köye geleni gideni takip eder. Yabancılara karşı ufak yamanlıklar yapar, onları korkutur. Buna mani olamıyoruz. Lâkin dert etmeyin, şimdiye kadar kimseye zararı dokunmamıştır. Abdestini alır, namazını kılar. Her gün bir komşunun yardımındadır. Günlük işlere, hamallığa falan da gider, harçlığını çıkarır, kimseye yük olmaz. Zamanla alışırsınız ona. Bir tek geceleri sokak sokak gezip çağırmaları sizi rahatsız edebilir. Neden böyle ettiğini biz de anlamış değiliz. Sorarız söylemez, lafı ağzından kerpetenle bile alamayız.”
Geceleri neden bağırarak gezdiğini sorarken şaşkındım. Cemil amca avuçlarını ovarak devam etti. “Haftanın dört, bilemedin beş günü gecelerini dışarıda dolaşarak geçirir, tâ ki sehere değin. Yürüye yürüye bütün kasabayı dolaşır. “Gelmeyecek. Gelmeyecek. Sanırım o gelmeyecek” diye de kâh bağırır kâh mırıldanır.
Tedirgin olmuştum. Evet, daha ilk andan bu tür bir hikâye ile tanışmak beni ürkütmüştü.
“Gelmeyecek mi, kimmiş o gelmeyecek olan, sordunuz mu kendisine?” dedim endişemi gizlemeye çalışarak.
“Biz de bilmiyoruz beyim” dedi. “Fakültede bir güzele sevdalandığını söyledi durdu bir ara. Kim olduğunu, adını sanını da söylemedi kimselere. Söylese gider konuşurduk tutulduğuyla. Ne desek boş. ‘Hepinizi kurtaracağım.’ der zorlayan olursa sonra susar.”
“Hepinizi kurtaracağım mı? Hay Allah, korkutuyorsun beni amca.”
“Heç korkma beyim, birkaç gün geçsin bak ikiniz ne güzel arkadaş olacaksınız emin olasın.” Doktora götürüp götürmediklerini sordum heyecanla.
“Götürdük, götürmez miyiz müdürüm, ‘Bu hepinizden sağlam, hepinizden akıllı’ deyip gönderdi. Doktora derdini anlamış herhal, öyle görünür.”
Hüseyin ile iki iyi dost olduk bir süre sonra. Bana bozkırda yaşamayı öğretti. Geldi gitti, çok yardımı dokundu ama az ve öz konuştu. Birlikte dağ bayır tepe gezdik. Bana çiçeklerden, topraktan ve insandan bahsetti. Konumuz insana geldiğinde onu açıp derdini öğrenmeye çalıştığımda ise sustu. Bir kelime daha etmedi.
Tâ ki, görevimin bitip de İstanbul’a annemin yanına döneceğim güne kadar. Bütün kasabalı beni uğurlamak için posta binasının önünde toplanmıştı. Her evden benim için birer küçük torba hediye yapılmış, minibüsün arkasına istif edilmişti. Herkesle tek tek vedalaştım. Gözlerim Hüseyin’i aradı ama bulamadı. Son ana kadar bekledim ama gelmedi. Minibüsün ön koltuğuna oturduğumda içimde tarifsiz bir hüzün vardı. Yola koyulduk kasabanın hemen dışında, dallarının yolu gölgelediği bir söğüt ağacının altında otururken farkettim onu. Bizim gelmemizi bekliyor olmalıydı ki, üzerindeki tozları çırparak önümüze atladı. Durduk, hemen aşağı atladım. Onun son kez göreceğim için çok mutluydum. Hiç konuşmadan sarıldık. Yine konuşmak istemediği her halinden belliydi. Sustum. Tekrar sarıldım. Ayrıldığımızda omuzlarımdan tutup, hafifçe sarstı beni.
“O gelecek abi” dedi, tebessümle. “O gelecek. Yıllardır o gelsin niyetiyle, o gelmeyecek der gezerim ben. Ben o gelmeyecek diyeceğim ki o gelecek mühendis bey. Senin gidişin bir umuttur. Sen gidersin belki o gelir. Ama o bir gün gelir. Ben senin yerine de o gelmeyecek deyip gezinmeye devam edeceğim. Sen de o gelmeyecek de ki gelsin.!”
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu.
“Peki”, dedim. “Nasıl haberdar olurum gelip gelmediğinden?”
Cebinden bir tespih çıkardı ve bana verdi. “Allah de abi, Allah de.” dedikten sonra yolun kenarında duran motosikletine atlayıp çalıştırdı ve makinanın hırıltıları arasından bağırarak uzaklaştı.
“Onun geldiğini herkes bilecek komutanım.
Endişe etme.
Sanırım o gelmeyecek, bunu söyle ama bekleme.
Bir de, Allah de…”
Abdülkerim Kolat
7 Yorum