Rilke’nin Dişiliği Hakkında

Kırmızı balık, yan yüzgeçlerini kullanmaksızın yalnız kuyruk hareketiyle havuzu devrediyordu. Şişman ve hantaldı. Fıskiyeden su yükseliyor, etrafa dağılıyor, yeni boyalı siyah ayakkabımın yüzünde ufak kürecikler halinde toplanıyordu.

İkimiz de çimento havuzunun yüksek kenarlarına ayaklarımızı dayamış, iskemlemizde hafifçe geriye yaslanmıştık.

Kalan elyaflı öğle sonrası güneşi, masa üzerindeki çay fincanını dikine katediyor ve çayın kan rengini beraberinde sürükleyerek masanın yeşilini bir noktada kırmızıya boyuyordu.

Belli etmeye çalıştığım halde hâlâ şaşkındım ve doğrusu hâlâ Reiner Maria Rilke’nin erkek olduğuna inanamıyordum. Arkadaşım, konuşmamızı unutmuş görünüyordu. Belki ısrarım dikkatini bile çekmemiştir. Ya da bir çeşit nezaket göstergesiydi davranışı.

Ben içten bir beğenişle, “Bayılıyorum kadına.” demiştim. Aman Rabbim nasıl bütünümle Rilke’nin kadın olduğuna inanmıştım. Yazılarını hep bu açıdan okumuş, bu yönden değerlendirmiştim.

O, tane tane ve kendine has toksözlülüğü ile, “Rilke mi kadın?” demişti. “Hayır, o erkektir.” Ben şaşkın, “Ama isimlerinden biri Maria” diye ısrar etmiştim. Direnmemi manasız bulmuş ve omuzlarını silkmişti.

Bu düzeltmenin benim için ne kadar önemli olduğunu bilmiyordu tabiî. Bir bilseydi, içimde neler, nasıl yıktığını.

Hayalimde bir Reiner Maria Rilke vardı benim. Saçlarının renginden, adım atışına kadar bildiğim, yaşayan, nefes alan bir insan. Kitabını ilk okuyuşumdan bu yana zihnimde gelişmiş, son şeklini almış bir tanıdık sima.

Düşüncem arada bir konuşmayla kesiliyordu. Sonra ben ısrarla aynı konuya dönüyordum.

İncecik bir endamı vardı Rilke’nin, 30 yaşlarında görünüyordu. İri lâcivert gözlü, saman rengi saçlı olduğuna yemin edebilirdim. Nereden geldiğini bilmediğim bir inançla Paris’te, Bastil Meydanı civarında, ya da Köln’ün zarif Dom’u önünde, güvercinlere ekmek kırığı atan insanlar arasında rastlayacağımdan emindim. O kadar emindim ki, iki yıllık iznimi ona aramaya vermiştim.

Bir dilenci bana elini uzattı mı, bir pejmürde insan derin kırışıklı yüzünü gösterdi mi, içimde bir ses “Uzakta olmamalı.” derdi. Gözlerini aradım, gözlerde ve ellerde.

İhtilâçlarla sarsılan bir sakat yolcunun, vitrin camlarının yansımasından yararlanarak tâ içimize bakan gözlerinin gerilerinde bulur gibi olurdum. Ver bir defasında içimde onu şimdi göreceğim heyecanı dolardı.

Gerçeği öğrenince durup kalmamalıydım. Kadın ya da erkek oluşunun önemi olmamalıydı, biliyorum. Ama bilmek teselli etmiyor beni. Bu işte anlatılması güç, çirkin bir yanlışlık, haksızlık var zannediyorum.

İnandığım gibi düşünmekte devam etmem mümkün. Ama böyle bir düşünce vicdanıma yabancı bir sorumluluk yüklüyor. Rilke, benim bulup çıkardığım bir hikâye kahramanı olsa kolay diyorum. Ama o, herhangi bir ölümlüden çok daha fazla var. Var olduğuna inandığım ve çok pek sevdiğim bir insanı nasıl görmezden gelir, nasıl başımı çevirir geçerim? Nasıl içimde nefes alan o kutlu yaratığı öldürür, yerine bir yabancı erkeği kabul ederim?

Ya onda bulduğum kâmil ruh ve billurca temiz bir genç kız duyarlığı?

Ben Rilke’de, benim gönlümce derinlemesine hisseden, benim söylemek isteklerimi, kalemi sürçmeden yazabilen öpülesi eller gördüm.

Bu konuyla ilgili, içimde bir şeye karşı bir hiddet hissediyorum ve bu yanlış inançla Rilke de benim kadar suçlu diyorum.

Bahaeddin Özkişi

Kaynak: Göç Zamanı, Bahaeddin Özkişi, Ötüken Neşriyet, 2018, 5. Baskı, İstanbul, Sayfa:103-105.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir