Mehmet Erikli, yeni öykü dosyasından bir öykü ile bizlerle… Bazen hayat avuçlarımıza sığıyor.
***
Karanlıktan da korktum bozacıdan da. Hayatlarımız ne tuhaf. Böyle söylendi kendince. Biraz sonra marinaya girdi. Pancar motor, kulaklarının törpüsüydü. Teknesiyle kıyıya doğru seğirtirken motorun homurdanışları silindi. Suyun sesine yamanan gürültü, birkaç pırpırdan sonra tamamen dindi. Teknenin kıç tarafından doğru demiri attı. Çok kalın olmayan, iyice yıpranmış görünen halatı kıyıdaki halkaya bağladı. Balıkçı değildi Bizimki. Keyifçiydi. Denizde, teknesiyle gezer, durur, gezer sonra gene dururdu. Öğle sıcağı öylesine vuruyordu ki kediler sakız gibi erimemek için, her zamankinden daha fazla gölgeli köşeler arıyordu. Evine doğru giderken köşeye sinmiş kedilerden birini kaptığı gibi kucakladı. “Miskin seni.” Kedi cırmalamadı ama çok da memnun göründüğü söylenemezdi. Patlıcan renginden bir ton açık kıyafetiyle Yalçın Kaptan karşısına dikilmeseydi kediyle birlikte kimselere selam vermeden yürüyüp gidecekti. Kediyi bırakır bırakmaz gülmeye başladı. “Bu nasıl kıyafet Yalçın” diye başladığı sözünü “Olta balığına mı?” diye bitirdi. İki soru cümlesi arasında bir aralık düşündü Yalçın Kaptan. Hep sarı mı giyineceğiz biraz da patlıcanlı olsun diye cevapladı. İki soruya da cevap vermek için bir aralık düşündü sanırım. Bir aralık hangi zamanı, ne ölçüde imler? Kafa kaşıma aralığı bu zaman dilimini daha açık ifade edebilir belki. “Oltaya da tulumla mı gidiyorsun yahu?” İşim başımdan aşkın beni oyalama diye söylenen Yalçın’a rast gelsin. Yalçınla ayaküstü lafladıktan sonra balıkçı barınaklarına doğru yöneldi. Burada hararetli bir tartışmaya tanıklık edecekti. Barınağa girdiğinde hararetli konuşmaların ardı arkası kesilmediğinden “Hayrola, nereden böyle, nasılsın” sorularını yönelten bir kişi bile çıkmadı. Barınakta nereden baksan on beş yirmi balıkçı vardı. Birkaç ihtiyar balıkçı da kulaklarına pamuk tıkamış kıyı köşe bir yerde ağların tamirini yapıyordu. Mecazen değil. Hakikaten de kulaklarında pamuk vardı. Belki de bıkmışlardı genç balıkçıların tantanalarından. “Bırakın bu tatavaları da beni bir dinleyiverin” diye çıkıştı, Bizimki’nin biraz sonrasında içeri giren tüy sıklet Nedim Kaş. Adam gerçekten de soy ismi gibi kaştan olmaydı ve neredeyse bir ağaç dalından doğmaydı. “Gel de içini bir oyuverelim, kes sesini de fikrini söyle, dur daha yeni geldin, otur bir soluklan, sıkıl bir önce de sonra tatava kesmeye hakkın olsun.” Tüm bu laf atmalardan çekinen Nedim Kaş bir an bile durmadan kendini barınakların dışına atıverdi. Arkasını dönmeden yürüdü gitti. Yürürken de söyleniyordu “Defolup gidin be, hepiniz akla zararsınız, hödükler, hımbıllar sizi!” Acaba ne söyleyecekti? Bizimki melül melül bakıp olup biteni izlemeye devam ediyordu. Çabuk sıkıldı memleket meselelerinden. Zaten hiç kafa yormazdı. Yemeğini yer, rakısını içer, odasına çekilir, sabahları da uyanmak bilmezdi. Uyansa da başını yerinde bulamazdı. Barınaktan ayrılırken gözüne patlıcanı andıran rengiyle bir sürü tulum çarptı. Aslında sadece çarpmadı. O renk gözüne gözüne girdi. “Hayrola birader bu da yeni moda mı?” diye sordu Bizimki. “Yok, Bizimki be! Müren ayıkladık.” diye cevapladı balıkçılardan biri. Kıs kıs güldü sonra. Kendisiyle alay eder gibi konuşanlara tahammülü yoktu. Bizimki ne yapsın. Okkalısından bir küfür savurdu. Ama yumruğu da yedi. Sendeledi, dengesini bulamayınca yere düştü. Kulağı tıpalı ihtiyarlardan biri koştu hemen “Yapma be oğlum şu adama, uğraşma Bizimkiyle” dedi. “Kulağın duymuyor ki moruk. Herif sövdü be.” diyen genç balıkçıya hayret etti ihtiyar. Bizimkine salladığı yumruğa mı yoksa kendisine hitaben söylenen, kulaklarının çok iyi işittiği “Moruk” kelimesine mi hayret edecekti bilemedi. Bizimkini yerden kaldırırken mırıltıyla ben iyi ki kulağımda pamukla dolaşıyorum dedi. İlk motor çalışıncaya kadar, başka birini tanımayan gözlerle etrafa öfke saçan, tartışmadan, bağırıp çağırmadan duramayan balıkçıların hızı hiç dinmedi.