Onu en iyi ben anlıyordum. Ailesinden bile daha çok hem de. İkimiz de yarımdık. Fakat onun beni heyecanlandıran tarafı, benim ise onun mahrum bırakıldığı şefkat yönünü tamamlayışım, fevkalâde içtendi. On beş yıl kadar önce kasabayı kırıp geçirdiği söylenilen salgında ikimizde bebektik. Uzunca bir süre hekimler kasabaya, bir süre sonra da kasaba halkı, hekimlere taşınmış. Musibetten, aylar sonra kurtulabilmiş insanlar. Kimileri vefat ederken kimileri de işte bizim gibi onulmaz izlerle yaşamak zorunda kalmış. Ben, belden aşağı felç olurken o ise gözlerini kaybetmiş.
Ne kadar daha süreceği hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bu imtihanede, tek dostum o sessiz kız, Ayfer olmuştu. Bir kerecik dahi ellerine sarılıp derdini dinleyememiş olsam da, onda ne çok şey görüyor ve duyumsuyordum bilemezsiniz. Gün boyu önünde oturmak zorunda kaldığım pencereden izlerdim onu. Erkenden, annesinin kolunda bahçeye çıkardı. Yine bu orta yaşlı kadının yardımıyla söğüt ağacının altındaki mindere oturur, ömürler akşama evirilene dek vaktini burada geçirirdi. Yüzünü çerçeveleyip yanaklarına yürüyen uzun saçlarını önüne döküp uzun uzun düşünürken, elindeki çubukla toprağı eşeler, tepesindeki kuşların, sokaktaki oyun çocukların çığlıklarına kulak kabartırdı. Bu sesler onu kendinden geçirirdi. İlkin, ifadesindeki ciddiyet kaybolur, ardından heyecanlanır, alnını örten kâkülünü bir sağa bir sola fırlatarak alkış tutardı. Aralarına karışıp oynamayı ne çok isterdi tahmin edebiliyorum. Çoğu zaman coşkusunu dizginleyemezdi de. Bir keresinde, sevinçle yerinden kalkıp topaç çevirenlerin yanına gitmeye çalışmış, birkaç adım sonra yüz üstü yere kapaklanmıştı. Her şeye rağmen, hüznünü göstermemek için çokça çabalar, toz içinde kalan yüzüyle masum gülücükler salık vererek kaderine razı olduğunu gösterirdi. Dizlerini ovarak geçirdiği tükenmez dakikaların tek şahidi bendim. Eksik bir bedenin, yarım bir umudun farkında olmak kadar acıtan bir şey yok yeryüzünde. Hele onu tamamlamak adına elinizden bir şey gelmiyorsa… Ben, Ayfer’in hep gülmesini isterdim. Onu gülerken daha çok severdim. Git gide keskinleşen bakışlarını, alnındaki keder oyuklarını, ölmeyi unutan gözlerini hâlâ özlüyorum. Sen yüreğimi sağardın güzel kız. Sağılan zihnimin güneş görmemiş parıltısıydı gizlediğim yorgun gözyaşlarım. Ağlamak ile ruhunu besleyen bir fâniyim şimdi ben de.
Günler, aylar derken yıllar geçti. Sayısını hatırlayamadığım kadar mevsim bir bir yitti, devrildi önümüzde. Yazın, söğüdün altını ev edinen Ayfer, kışın, pencere önünde bir liman kurdu beklediklerine. Öylece bekledi, benden habersiz bekledi. Birikmiş karlar üzerinden yol veren sokakları izlerken dünyada yalnızca ikimiz yaşıyor gibiydik. Bakışlarının neye kilitlendiğini bir kere bile soramadım ona. Derken, toprağın kuvvetle semirdiği, nazenin bereket yağmurlarının çakıllı yollarımızı serinlettiği günler yeniden geldi. Sonradan adını “O Bahar” koyduğum “Bahar”, ağaçlarımıza merhaba demişti. Neden “O Bahar” diye sormayın. Yıllar yılı unutmak için onca çaba gösterdiğim, fakat bunda muvaffak olamadığım, “O Bahar” işte. Pencerelerinden kaçtığım bahar… Sabahleyin dut ağacına yamanmış Alan Serçesi’nin narin sesiyle uyanmıştım. Güneş kalın perçemiyle kucaklıyordu odamızın duvarlarını. Sedirden havalanıp kucaklaşan toz zerreleri, karnavala gelmiş kalabalıkları andırıyordu. Annemin yardımıyla yerimi aldım. Dışarısı rengârenkti. Uzanıp camı açtım. Sokak boştu. Birazdan çocuklar mahalleyi doldurur, Ayfer de havayı yakalaya yakalaya dışarı çıkardı. Başımı uzatıp nefis dağ havasını çektim içime. Yumuşak soluğumun, ince dokunuşlarını ciğerlerimde hissettim. Serçeler için yanımdaki bakır tasa su koydum. Birbirlerine diklenen iki kedinin atışmasını izledim. Göğsümde farklı bir inşirah büyürken garip bir hüzün de yürüyordu evlerin yaşlanmış duvarlarında. Bunu şimdi şimdi daha iyi kavrıyorum. Dakikalar geçti. Ne çocuklar geldi ne de Ayfer. Alan Serçesi de sustu bir zaman sonra. Gücüm yettiğince uzanıp etrafı bir kere daha kolaçan ettim. İleride, ayaküstü konuşan birkaç kişi vardı. Tanıdıktılar. Peki, neden oradaydılar? Bu saatte en azından mesai yolunda olmaları gerekmez miydi? Garip bir koku aldım sonra. Yanık kokusu… Yanmış çalı kokusu… Babaannem elleri belinde olduğu halde bir alt sokağa kıvrıldı. İçimde bir sıkıntı. Şimdiki gibi… Çok geçmeden tekrar köşede göründü yaşlı kadın. Yürürken sarsılıyor, düşmemek için olduğundan daha dikkatli adımlıyordu. “Vah vah” diyerek eve girdiğini gördüğümde kalbim bir makine hızında çırpınıyordu. Nefes nefeseydim. Annem mutfaktan telaşla çıktı. Ellerini önlüğüne sildi. Bulunduğum odaya girip paltosunu sırtına geçirdi. Zamansız bir yerde yıllardır hatırlamaya çalıştığı şey aniden aklına gelmiş gibi durdu. Bakışlarını bana çevirdi. Ağlamaklıydı. Korkuyordum. “Ayfer” diyebildi. “Ne olmuş anne” derken başıma kesif bir ağrı saplanmıştı. “Ayfer ölmüş Feride, Ayfer” diyebildi hızlı adımlarla merdivenleri inerken. Kalakaldım. Ağlamadım. Daha doğrusu ağlayamadım. Bacaklarıma düşen yıllanmış kelepçeler, şimdi tüm bedenime geçirilmişti. Haberi alan mahalleli cenaze evinin önünde gruplar oluşturmuş bekleşiyordu. Ayfer’in gece ateşlendiğini ne yapıp ettilerse de ateşini düşüremediklerini anlatıyordu ellerini göğsünde bağlamış duran Raife Teyze. “Hastaneye yetiştirememişler.” diyen Remzi Amca’dan duyduğum son cümle şuydu; “Gidivermiş çocuk!” Bayılmışım. Ayıldığımda çok şey yitmişti ömrümden. Büyük bir kazanda su ısıtılıp evlerinin bahçesinde yıkamışlar onu. Babaannem de oradaymış. “Gülüyordu yavrucak, yazık” deyip ağlıyordu durmadan. Öğle namazına doğru üstünkörü çatılmış bir tabutun içinde camiye kadar taşındı Ayfer’im. Babam da sırt vermişti yüküne. Annem yanımdaydı bu kez.
Hıçkırarak ağlıyordum artık. Kimsenin beni teselli etmesine de izin vermiyordum. Annem ağlama kızım dedikçe ben; “Aksın anne dokunma. Baba, Ayfer’i yüksek tut ki görebilsin. Çocukları görebilsin, ağlayan çocukları…” diyerek tekrarlıyordum. Annem ellerimden yakaladı. Vücudumu tartamayacak kadar acizdim. Başımı göğsüne dayadım ve tüm gücümle bağırmaya başladım; “Ölüler görür anne. Ardından ağlayan çocukları, kuşları, dağları, baharı… Ölüler görür, anne, ölüler görür. Asıl onlar görür, “aslı” onlar görür. Ört beni anne. Baba tut beni yukarılarda. Ayfer’i görüyorum anne. O da beni görüyor. Ellerimden yakalıyor. Uçuyoruz birlikte. Ayfer çok güzel anne. Sandığımdan çok daha güzel.”
Kerim Kolat