Kerim Kolat; çareyi yaratana sığınmakta buldu.
***
Üç yıldır yaşadığı bekâr evindeki odasının köşesinde bulunan masasına oturmuş, elindeki kalemi amaçsızca çeviriyordu. Güneşe hasret odanın; havası ağır, kokusu rahatsız ediciydi. Sararmış perdeler, pencerede iğreti duruyordu. Sol kolunu masaya dayayıp parmaklarıyla saçlarını arkaya doğru taradı. Kalemi biraz daha çevirdikten sonra iç çekerek yerinden doğruldu. Kalemi gelişigüzel fırlattı. Elleri pijamasının cebinde olduğu halde yere bakıp birkaç dakika hareketsiz kaldı. Ağlamaktan şişmiş gözleri bir esrarkeşi andırıyordu. Bir iç daha çekerek kanepesine uzandı. Gözleri tavanda, sağ kolu kanepeden aşağı sarkmış olarak mırıldandı kendine kendine; “Kardeşim benim. Nasıl da bir anda bırakıp gittin?”
Bu cümlenin ardından, geçen yıllar bir bir zihninden yüreğine akmaya başladı. İlkokul yıllarından tutun da üniversite bitene hatta üniversite bittikten sonra bile hiç ayrılmamışlar, yedikleri içtikleri bir gün olsun ayrı gitmemişti. Ne zaman dara düşse, ne zaman bir yeri incinse yanında hep Zafer’i bulmuştu. Ona büyük bir minnet borcu vardı. Bu yüzden elinden geldiği kadarıyla o da Zafer’i bir gün olsun yalnız bırakmamıştı. Aynı okullarda okumuşlar, hayat mücadelesine birlikte girişmişler, aynı annenin kızlarını sevmişlerdi.
Kanser olduğunu öğrendiği gün; “Kader kardeşim. Yazılmışsa kitaba bu dert, çekmek de var gamı da tasayı da sabret” diyerek ne kadar da güzel tebessüm etmişti. Ne kadar güçlü, ne kadar sabırlı ve ne kadar cesurdu.
Ağırlaşan göz kapakları birdenbire yükünü bırakıverdi yanaklarına. Ağladı ve ağladı dakikalarca. Gözyaşları kurudukça yaktı yanaklarını, arkasında yenileri yürüdü geldi. Ne olursa olsun, onun gün gelip de öleceğini hiç mi hiç düşünmemişti Orhan. Hastalanır ama bir gün iyileşir umuduyla onu doktor doktor gezdirdi kendi elleriyle, yüreğiyle. Beraber yaşadıkları bu köhne evin içinde o hastadır diye kimseye sigara bile içirmemişti halbuki kendisi tiryakiydi.
Ve artık Zafer yoktu. “Kardeşim, arkadaşım dostum dert ortağım artık öldü.” diyerek hıçkırmaya başladı yeniden.
Sağ koluyla gözlerini silerek pencereye yöneldi. Perdeyi hızlıca çekip birkaç nefes bulmaktı ümidi. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Birkaç kedi çöp konteynerlerinin sağına ve soluna pusu atmış, yalanıyorlardı. Rüzgâr, çöpçülerden arta kalan kâğıt parçaları, pet şişe ve dökülen yaprakları savuruyordu. Uzaklardan ambulans sesleri işitiliyor derinden, ağır ağır ve acı. Karşıdaki evin ışıkları söndü. Yalnızlığı daha da artmıştı. Çünkü bu pencerenin sahibi, yetmişlik dede de uyudu ise, zaman ve şehir ve mekân da ölmüştür artık diye düşündü.
Pencereyi açmasıyla birlikte içeriye yürüyen soğuk rüzgâr, yüzünü ve çıplak kollarını sardı. İliklerine kadar üşüdü.
“Zafer de üşüyor muydu şuan ?” dedi, yüreği yüreğine değmişti.
Sonbahar rüzgârlarının delicesine dövdüğü ağaçların yapraktan yoksun, çelimsiz dalları çekti dikkatini sonra.
Çok değil birkaç ay öncesinde dallarından kiraz fışkıran bu dallar da günü gelmiş ve ölmüştü her yaşayan gibi.
Gözyaşlarını yeniden kuruladı. Burnunu çekti. Üşüdü. Pencereden uzanıp, odasına doğru sarkan birkaç dalı avuçlarına alarak konuştu.
“Dün yaşıyordun bugün ölüsün. Yarın yeniden dirilip yaşayacak ve meyveler vereceksin. Zafer de öldü. Ama bir gün o da dirilecek, meyveler verecek.”
Camı kapadı, birden eli kitaplığının üst katındaki Kur’an-ı Kerim’e gitti.
Okuduğu âyetin ferahlığı ile sabahlamıştı: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.”
2 Yorum