Öfke Memuru

murathan-mungan-tane

Kübra Taşkıran,  ikiyüzlülükle çerçevelenmiş, soğuk bakışların sahte merakına dayanamayan insanları anlattı. 

***

Ağustos’un ilk haftasının son mesai günü… Güneş tepeden az önce inmeye başladı.

Ortalama duyguların yaşandığı, ortalama bir şehir burası. Ben kendimi bildim bileli beton meymenetsizliği var çehresinde. Yokuşu az, çilesi çok. Bu mevsimde sıcak iliklerine işler hep. Hava kızgın, binalar bile terliyor. Arada bir rüzgâr eserse de faraşlanan bir mangal olmaktan öte gidemiyor. İnsanlar gölgelere kaçıyor fakat gölgeler de birbirlerinden medet umar vaziyette.

Hayatın gerçek yüzünün makyajlandığı sokaklardan birindeyiz. Sokağın sarı saçları, şehrin iliğini emen güneşin altında nasıl da parlıyor! Duruşu bir balerininki gibi dik. Binaları çok yüksek değil ama diğer sokaklara üstten bakıyor. Cilveli bakışının altında yanakları porselen gibi parlıyor. Sakinleri de sokak gibi tumturaklı. Topuklarını yere vura vura yürüyorlar.

Sokağın bembeyaz gerdanına bulaşmış bir leke gibi duran cesedin başındayız bir süredir. Biz derken, ben ve diğer polis arkadaşlarım. Cesedin üzerini gazetelerle örtmüşler biz gelmeden. Gerekli incelemeyi yaptık, fazla ilişmedik gazetelere. Savcıyı bekliyoruz.

Bunları neden mi anlatıyorum? Çünkü burada yatan herhangi bir ceset ve ben anlatmazsam kimse anlatmayacak. Rozet taşıyan bir memura göre fazla mı süslü cümlelerim? Demek öyle. Kelimelerle dostluğum polisliğimden öncesine dayanıyor.

Biz gelmeden cesedin başına insanlar toplanmış. Aslında evet, çok da garip bir durum değil. Zaten insanlar dedimse de büyük bir kalabalık hayal etme. Merakı cakasına ağır basmış bir avuç insan sadece. Yolu buradan geçenlerin çoğu yanındakinin gazetesine göz atar gibi kaldırımdaki cesede bakıp gidiyorlar. Gitsinler. Orada yatan onlar da olabilirdi, biliyorlar elbet. Ve bu gerçekten kaçıyorlar belki de. Bırakalım kaçsınlar.

Meraklı bir avuç insan ve sorularını işaret ederek arkadaş göz kırpıyor uzaktan. Daldığım deryalardan sırtımdan akan terle çıkıyorum.

Vah çocuğum, ölmüş mü? Yazık ama, tüh tüh…

Maalesef teyze, ölmüş.

Ölmüş mü? O ne kadar talihsiz bir soru öyle! Ölmüş olur mu hiç? Bir dans figürünün orta yerinde kalmış gibi kaldırıma yatmış gazete okuyormuş, uyuyakalmış. Boynunda fuları, gözünde kalın çerçeveli gözlüğüyle biri kalksa o gazetelerin altından, şaşırmazsınız değil mi? Gider sigarasını yakar entelektüelliğine ve yaratıcılığına methiyeler dizersiniz. Hatta yeni bir gazete okuma akımına şahitlik ettiğiniz için gururlanırsınız. Ceset olduğunu düşündüğünüz zaman kaldırımı işgal ettiği için kızarken, yine gelip kaldırımı onurlandırması için adama lakırdılar edersiniz. Yazıkmış! Yürüyen ceset halinle hâlâ ölenlere acıyan sana yazık asıl. Abartıyor muyum? Hak ediyor ama.

Kimmiş acaba polis bey, mesleği neymiş, tanıyor muyuz ki?

Bilmiyoruz beyefendi. Üzerinden cüzdan, kimlik çıkmadı.

Kim olmasını isterdiniz? Medyatik biri olsaydı da size de ömür boyu anlatacak bir anı çıksaydı, ne güzel olurdu değil mi? Ya da iktidara ters giden bir yazar, çizer, düşünür de olabilirmiş aslında. Evet, evet o daha güzel bir ihtimal. Ülke gündemi narin sokağınızın şanslı kaldırımında belirlenmiş olurdu. Siz de iktidar yanlısı olmayanların nasıl susturulduğuna şahit olduğunuzu bilmiş bilmiş anlatır, ülkenin sürüklendiği derin girdap hakkındaki umutsuzluğunuzla nutuklar atardınız. Üzerinde kimliği hatta cüzdanı olmayan biri işinize yaramaz şimdi. Üzgünüm hayal kırıklığınız için. Ve mutluyum sizi hayal kırıklığına uğratan ben olduğum için.

Nasıl olmuş oğlum? Kalp krizi filan mı acaba?

Bilmiyoruz amca. O otopside belli olur.

Çok mu önemli nasıl olduğu? Anlatıyım o zaman. Ama aramızda! İkiyüzlülüğünüze,  soğuk bakışlarınızın sahte merakına dayanamamış. Çıkarlarına tapan, paranın güttüğü insanlardan bıkmış. Kendi bencilliğinizin krallığında hüküm sürmekten öyle kör olmuşsunuz ki, o ve onun gibileri ancak ceset olup önünüze uzanırlarsa fark edeceğinizi anlamış. A hayır hayır! Kendisini size göstermek değil, varlığını gözünüze dürtmek istemiş. Fark etmediniz bile değil mi? Hay aksi!

Evli miymiş? Çoluğu çocuğu var mıymış?

…?

Evet anladık, derdin şıkır şıkır gittiğin altın günlerinde en dikkat çeken acıklı hikâye için malzeme toplamak. E ama bu kadar belli etme be ablacım. Ölüye saygın yoksa yaşadığı günler hatırına az tut çeneni. Öyle bir soru soruyorsun ki sanki kalan karısı ve çocuklarına sen bakacaksın. Üzgünüm sizi de eli boş gönderdik. Artık başka acıklı hikâyelerden nemalanırsınız.

Sorularına istedikleri cevapları alamamış bir avuç insanın cesede ilgileri sönemeye başlamıştı ki bir arkadaş seslendi:

Bayanlar baylar daha fazla kalabalık yapmayın artık. Cesedi alıp gideceğiz. Dağılın lütfen.

Kimse itiraz etmiyor, bakışlarıyla bile. Cesede bakmadan yüzlerini son bir kez buruşturup hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Arkalarından bağırmak istiyorum:

“Hey siz! Yürüdükçe içindeki kurumları sallanan soba boruları! Defolun hepiniz! Yok, hayır sadece buradan değil, size çok kıymetli insanmışsınız muamelesi yapılan her yerden. Sizin gibi olmayanlara bu cesede davrandığınızdan daha farklı davranmıyorsunuz değil mi? Nesiniz siz? Burnunu havaya dikip, kokuşmuş insanlığından bihaber naralar atan sevimsiz et yığınları! Hayır, hayır ileri gitmiyorum. Eğer gidersem ilk adımımda o böceklenmiş kafalarınızı ezeceğim.

Burada yatan sadece bir ceset değildi. Afili sokağınıza, son nefesinden sonra da olsa size ders vermek için gönderilmiş sade bir kapanış dersi gibiydi. Dünyaya sırtını dönmüş umursamaz yatışıyla ne de çok şey anlatıyordu! Tabiî kulaklarınızı gösterişli şarkılarınız tıkamış, duyamazsınız bu içten yakarışları.

Asıl, siz kimsiniz? Asıl; size neler, nasıl oluyor da kafanızı yerin yedi kat dibine sokmadan yürüyebiliyorsunuz? Ona öldüğü için acıyan tekdüze beyniniz ve siz! Siz yaşadığınızı mı sanıyorsunuz? Yanılgıların en büyüğü akıyor paçanızdan. Defolun sizi gidi kavalcısını kaldırımda bırakıp giden köyün pis fareleri!”

Mehmet, hadi oğlum ne dikilip duruyorsun? Gidiyoruz, binsene araca.

Geldim amirim.

Ekip arabasına bindim. Ortalık sakin ama ben kulaklarımdan duman çıkıyormuş gibi hissediyorum. İçimde tüm insanlığı döven dalgalar var. Karşımda oturan yayvan suratlı, iri yarı hergelenin yersiz ve alâkasız esprisi, sonrasında araçtakilerin kahkahaları içimi daha da dalgalandırıyor. Midem bulanıyor.

Son -belki de ilk- imzasını kaldırıma atan o ceset olabilmeyi isterdim. Şuan onun yerinde, kimliksiz olabilmenin verdiği huzurla yatıyor olabilirdim. Olmadı. Alnımda biriken terleri sildim. Çay olsaydı içerdim, yoktu. Su içtim. İçimden tüm kinimi kustuğum o insanlarla bir gün sesli olarak hesaplaşabileceğim günü görebilmeyi istiyorum. Ben kendi halime gülüyorum. Karşımdaki hergele ona gülüyorum sanıyor. Sonra bir de ona gülüyorum.

Güneş tepeden inmeye başlayalı biraz oldu. Hâlâ Ağustos ayının ilk haftasının son mesai günü.

 

Kübra Taşkıran

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir