Sağ Kulakçık
Şaşırıyorum kendime. Nasıl da soğudum her şeyden. Etrafın gürültüsü patırtısı etkili oldu sanırım. Yaşadıkça, okudukça, göremedikçe aklımın orta yerinden başlayıp etrafa dalga dalga yayılan gürültüler de olabilir. Düşman içerden mi dışardan mı bilemiyorum. Zaten dışardan da içerden de olsa yenemiyorum. Biraz da bu yenilginin içime bağdaş kurup oturmasından, misafirliği bitmesine rağmen gitmemesinden yorgun, bezgin, bitkin; hangi dilde hangi yorgunluk kelimesi varsa omzumun üzerine yığılmış. Yazının ağırlığı yazgının ağırlığı olmuş. Bu yüzden başım hafif öne eğilmiş. Yüksüz gibi görünen yüklü…
Bir nefeste kaç defa çarpar kalp? Bunu hiç düşünmemiştim. Kim düşünür ki zaten? Her zaman aynı şekilde ilerleyen hangi olay bir insanın dikkatini çekmiş ki? Belki nizamda aramadığımızdan bazı şeyleri, bozuluyordur nizamı dünyanın. Nefes alırken kalbimin arada bir ritmini şaşırdığını, durduk yere nefesimin daraldığını, kana kana nefes alamadığımı fark edince…
Geçer, demiştim. Boş kaldıkça vücudunu dinlemeye, komşunun duvarına bardak dayar gibi, içimden gelen uğultulara bardak dayamaya, her duyduğumu şerre yormaya başladığımı düşünmüştüm. Bu da bir kaçış şeklidir. İnsanın kendinden kaçabilmesinin bir sürü yolu vardır. Bütün yolların sonu aynıdır, her kaçış özgürlük hissi verir. Verir de pek bir işe yaramaz. Kaçarken vücuda giren fazla oksijenin verdiği sarhoşluk, o kadar. Geçmeyeceğini anlamam ve evimden çıkıp bir bilene danışmam için birçok kez “geçer” diyerek ötelemem gerekmişti kalbimin verdiği alarmları. Sonra kendimi yerde bulmasaydım belki. Daha doğrusu beni bulanlar beni yerde bulmasaydı, yoksa benim beni bulduğum falan yok. Bir doktora mı görünsen, demişlerdi. Yok bir şeyim, diyebilirdim. Yerde yatıyor olmasaydım. Yerin dibinde çok da inandırıcı olmuyor bazı cümleler.
Sol Kulakçık
Huzur vermeyen bir beyazlık yüzünden iki dakikada bir gözlerimi ovuşturuyor, ekranda beliren isimleri okumakta güçlük çekiyorum. Bazen tanıdık bir isim geçiyor ekrandan. Öyle sanıyorum. Bir yaştan sonra bütün isimler aynı olmaya başlıyor. Kimse büyümüyor, küçülmüyor. Yetişkin olduktan sonra kimsenin yaşı sorulmaksızın hepsine yetişkin deniyor. Bebek, çocuk, ergen, genç, yetişkin, yetişkin, yetişkin, yetişkin…
İsimler tanıdık geldikçe içeri girenlere bakıyorum. İsimler tanıdık, doktorun kapısına gelenler yabancı. Nedense yine de zorluyorum hafızamı, ilk defa gördüğüm birini daha önce gördüğüme eminim. Emin değilim, ikna ediyorum kendimi. Aklımın kurduğu tuzaklara balıklama atlıyorum. Balıklar bile daha tecrübeli olabilir, bu halimi görseler gülerler suyun altında, her yer su kabarcığı olur. Balıklar kabarcıklardan görünmez olur. Gözlerimi ovuşturuyorum yine, gözümün önünde kabarcıklar büyüyor, genişliyor, patlıyor. Ekran kabarcıkların arasında kayboluyor. Birkaç kere göz kapaklarımı oynatıyorum. Kabarcıkların gitmesi için silecek vazifesi. Ekranda bir isim beliriyor. Kimdi bu? Şu boy boy ekranların başında uzun zamandır boy boylayıp soy soyladığımdan gözlerimin adı göz değil artık. Haddinden fazla kırptığım, arada bir etrafı gördüğüm, genelde lüzumsuz kullandığım, cam parçalarından bir araya getirilmiş misket taneleri. Gözlerime de baktırmalıyım. Bir ara. Senelik kontrol yaptırmayalı ne kadar oldu? Senelik kontrol. Sanırım doktorlar herkesi senede bir kere görmek istiyorlar ve senede bir kere görmek yetiyor.
Senede bir gün görmek yeterdi, hakikaten görebilseydik.
Ekranda kırmızı bir isim yanıp sönüyor.
Senede bir gün görmek yeterdi hakikaten, görebilseydik.
Ekrandaki isim çok tanıdık geliyor, gözlerimin arkasından onlarca insan sureti geçiyor, hiçbiri değil.
Senede bir, gün görmek, yeterdi hakikaten, görebilseydik.
Kelime oyunları yaparken kendi ismimize yabancılaştık. Girsene içeri, beklettin insanları.
Kalp ve göz kontrolünden sonra gidilecek yer belli oldu.
Belki de… Senede bir kere…
Sağ Karıncık
Ensemde odamın ortasında duran halıdan kalma bir sıcaklık. Kollarımda kapı eşiklerinden miras çizikler… Vücuduma yapıştırılmış bantlara bağlı kablolardan giden birkaç verinin ekrana yansımasına bakıyor doktor. Sonra göğsüme bir jel sürüyor. Soğuk, garip. Doktorun söylediği benim anlamadığım sözler arkamdaki bilgisayara işleniyor. Klavyenin tıkırtıları, takırtıları, patırtıları geliyor kulağıma. Doktor önündeki ekrandan bir şeylere bakıyor. Ekranda kabarcıklar. Bırakırsam daha da kabaracaklar. Hoparlörden kalbimin sesini duyuyorum. Doktorun gözlüklerinde bir ihtimal kendine ait olduğunu düşündüğüm parmak izleri. Parmak izlerinin arasından, minik bir ekran görünüyor. O ekranın içinde daha da minik bir kalp, siyahlar arasında bir beyazlık… Durmadan atıyor. Normalde küt küt diye gelen sesler cihazın içinden, denizin ortasında boğulmakta olan bir adamın can havliyle attığı kulaçlarına, son çırpınışlarına benziyor. Boğuk, soğuk, gup gup, gup gup. Cihazı aniden çekiyor doktor. Tüm ses ve görüntü bir anda yok oluyor. Kalbimin sesini duyamayınca, attığını göremeyince bir an ruhumun vücudumdan çekildiğini düşünüyorum. Cihazın ruhumu emerek beni ölüme doğru gönderdiğini… Doktorun masasına doğru ilerleyişi ve klavyeden hiç bitmeyecekmiş gibi gelen seslerin içinde beni sedyede unuttuklarını sanıyorum. Öylece öldüm gibi. Doktor canımı aldı ve bunu bir cinayet olarak görmedik. Olması gereken oldu ve ben öldüm. Hep olması gereken olurdu zaten. Tam da olmam gereken yerde. Birazdan sedye hareket edecek, bu harekete, artık iradesiyle hareket edemeyecek olan başım sağa sola dönüşlerde sarsılarak eşlik edecek. Tabii bunu gören olmayacak iki ayağım dışında yüzüme kadar çekilmiş bir örtü ile ineceğim eksi birinci kata. Üşüyeceğim. Ensemdeki sıcaklık bile yok olacak. Üşüyeceğim, üşümeyi bilmeden.
– Kalkabilirsiniz!
Kalkıyorum. Derin bir nefes alıyorum. Nefes alışımın sesi odanın duvarlarına çarpıyor.
Ama şimdi iyiyim. Yani öyle söyledi doktor. İyiymişim. Verilerde anormal bir durum yokmuş, kalp kapakçıklarından biri minimal derecede açık kalıyormuş, Birçok insanda görülen bir durummuş. Neredeyse her beş kişiden birinde varmış. Odada üç kişiyiz. “Bir”i olduğum “beş”in diğer iki kişisi nerede acaba? Zararlı alışkanlıklardan, aşırı çay ve kahve tüketiminden stresten uzak durulacakmış, geçmiş olsunmuş, iyi günlermiş.
Elimde yalandan bir reçete. Günde bir tane, yatmadan evvel, tok karna. Uyumam gerekiyor doktora göre. İlaç bahane. Geçeceğine inanmalıyım. İnanmazsam nasıl olacak? İnanmak şifadır sonuçta.
Sol Karıncık
Geçti de. Dolmuşun camına sarılan ama tutunamayan, herkesin gözü önünde yolculuğunu tamamlayan bir damla gibi geçti. Böyle geçip gidince kimse süreçten rahatsız olmadı. Rahat bir nefes aldı cümle âlem. Ben de rahat rahat hiç ritmim bozulmadan nefeslerimi aldım, almakla da kalmadım -inanmazsınız- verdim o nefesleri.
Sonra ne olur ne olmaz diye teyakkuzda beklettiğim, vücuduma dayalı bardağa ihtiyaç kalmadı, zafer sarhoşluğuyla kırdım bardağı. Uzun süredir yanına uğramadığım kitaplarımın halini hatırını sormaya gittim.
Kalbin orta yerinde olduğunu söylüyorlar ya. Kan pıhtısı. Kapkara. Dalgalanırmış arada. İşte bir şeyler olurmuş. Bir şeyler karışırmış. Durduğu yerde duramazmış. Zaten ortam da müsait değil. Kalp dört oda. Çarparmış duvarlara. Çıkacak yer ararmış. Arar bulamazmış. Bulamadıkça büyür, genişler, genişletirmiş. Ama genişlerken daraltırmış da. Kalp dediğin ne ki? Ritmi bozulmayagörsün. Ama bunu düzeltmiştik işte. Gece yatmadan, tok karna, bir bardak suyla, her gün, gün atlamadan, günlerce, uğraş verdik. Hani birkaç zaman evvel.
Öylece elime aldığım bir kitabın binlerce sözcüğünün arasından sıyrılarak gözlerime ulaşan tanıdık bir isim… Gözbebeklerimin aniden kasılıp gevşemesine, aynı kasılıp gevşemenin kalbimin orta yerinde de olmasına neden olan isim… Gözle kalp arasındaki mesafeyi bir anda katedince oldu olan. İşaret parmağıma kadar yayılan bir dalgalanmayla sarsılan elimi eski haline getirmeye çalıştım. Birinci dalgalanmada dirayetli durabildiğimi düşünüyordum. İkinci dalga ve sonrakiler daha sert vurmaya başladı. Hem keskin hem kızgın bir bıçak döndü durdu içimde. Döndü durdu. Döndü, durmadı. Parmaklarım bu dalgalanmaya daha fazla dayanamadı. Titremeler arttı, ritim bozuldu, kitap düştü. Ve yine, yeniden olduğum yere yıkılıverdim ben de.
Kitabın sayfaları teker teker kapandı yarı açık kalmış gözlerimin önünde. Cam parçalarının üzerine yığıldım bu kez. Kalbimin gittikçe yavaşlayan sesi yüzeye yayılıyor. Bulanıklaşıyor her şey. Geçen sefer, beni yerde bulanlar, yine beni bulur mu? Benim beni bulacak mecalim kalmıyor yavaş yavaş.
Ömer Can Coşkun