Yükledi anlamını sırtına, onun için anlamsızlık kâfiydi. Ve birkaç dize bıraktı ardından, bir şiirde yarım bırakılmış. Sonra avuntularını, çaresizliğini, ıssızlığını bıraktı. Yetim bırakılmışlığını savurdu bir rüzgârla. Kadere küskün değildi, yalnızca ömründe fâniliğin taarruzu ve acıların misillemesi görülüyordu. Biraz sonra evinin kapısı hafifçe aralandı. Kapının ardında beliren bir rüzgâr; tiksindirici: “Kaç hayat” dedi, “benim rüzgârda bulduğumu bulabildi?” “Kaç hayat” dedi, “benim rüzgârdan aşıladığımı aşılayabildi yüreğine?”
Çaresizlik onun bedenine sinen yağmur damlaları gibiydi. Teri sanki bütün bırakılmışlığını yayıyordu vücuduna. İçinde sessizliğin belirdiğini hissediyordu. Sonra kendi düşünceleriyle kendi avuntularını bağnaz vücuduna eklemledi. “Şimdi sen bana bu rüzgârı getirdin, şimdi sen sobelenmiş bir simsarsın, şimdi sen artık bağlanamayacağım kadar yorgun olduğum hayatsın” diye bir söz dökülüverdi kalbinin bağcıklarından. Ansızın devrilecek gibiydi yüreği. Ansızın dökülebilirdi yeniden bütün bildikleri.
“Ancak acı çektiğim zamanlarda insan olduğumu anlayabiliyorum” dedi. Bedenini yağmura dayamıştı. Pencerenin izbe alanında çıkardığı sigara, dudaklarında hayatın anlamsızlığını okumuşçasına bir tat bırakıyordu. Gereksinim duyduğu ve içerisine anlam yükleyebildiği bir tek çay vardı. Ancak, şimdi onun da sırası değildi. Çünkü durmadan beyninden ağdığı bu düşüncelerin ölümü ne derece meşgul ettiğini güçsüzlüğüne stokluyordu. “Yaşamak” dedi, “bir zamanlar çektiğim çileydi. Hayatımın öbür ucunda bir güzelliğin yatılı olduğuna inanırdım hep. Ama şimdi malum, bulunduğum yerden ancak içinde bulunduğum anı hesaplayabilirim. Yani gözlerini öyle bana doğru dikme hayat, bugün senin gözlerinden azadeyim. Şehrini büklümlerimde yağmalıyorum.”
Cebinde hayat küpçükleri; ömrüne yazılı duran sevdalar. Hayatın hangi yanında duraksadığının farkında değildi. Sadece bir karıncanın dizlerine bağlayabilirdi, hayatının geri kalan kısmını. Bir an düşündü öylece, sonra şunu söyledi sessizliğinde; “Yaşamaktan korkan bir insanın, ölmekten de korkusu varsa eğer, hayat çizgisi denen şey baştan aşağı yalan değil miydi?”
Anlamsızlık dizlerinin dibindeyken yazdı bu satırları. Sonra prize uzandı ve şehrin ışıklarını söndürdü. Yağmuru uyandırdı sonra derinden. Bir bulutu aldı başka bir semtin kıyısına bıraktı. Dudağında noktalanan cümleleri tanımadığı insanların tanımadığı ağızlarında yokladı. Beyninde asılı kalan düşünceleri bir mermer parçasıymış gibi yine hiç tanımadığı insanların sırtına yükledi. Çünkü ancak böyle böyle dağıtarak kendisini, yaşayabiliyordu hayatını.
“Ancak acı çektiğim zamanlarda insan olduğumu anlayabiliyorum” dedi. Sonra pantolonunun söküğünden boşalan mağrurluğunu yüzünün kıvrımlarında son buldurdu. Biraz daha sürseydi eğer yaşamak denen hayat yokuşu, ilk istasyonda kaybettiği umutlarını bombaların intiharında ölen bir çocuktan geri isteyebilirdi. Ama olmadı. Yaşamaktan korktuğu kadar ölmekten de korkuyordu. Olmadı. Sonra beynindeki tabutlara kendi intiharını sakladı ve gitti. Ve bir daha hiç kimseden haber alınamadı. Çünkü her insan gibi, onun dünyası da kendi düşüncelerindeydi. Düşüncelerini de alıp gitti bu şehirden. Çünkü bütün düşünceleri mağrur akşamlarında bir işkenceydi.
Sonra bir dizeyi aldı yerinden, onu hayatının başköşesine oturttu. Sonra yeni birkaç sözcük daha erzakladı; ruhunun handikaplarını durdurabilmek uğruna. Yetmedi rüzgârın esintisi stokladı, yetmedi yağmurun duası yanlarını. Yetmedi ördü hüzün yeleğini ve suskunluğunun beşeri atlarını çıkardı ortaya. Artık yanında kimse kalmamıştı çünkü. Şimdi sana soruyorum ey hayat, ölmeden önce ölmek denen mesele böyle bir şey miydi? Yoksa anlayamadan hayatı, yoksa ıstırabın pençesinde direkt öteki diyarlara hasret, bir o kadar kendine gurbet, yaşamayı öğrenemeden mi ölmek demeliydi-m- bu gidişe? Şimdi sana soruyorum ey hayat, ölmeden önce ölmek denen mesele yoksa böyle bir şey miydi?
Böylece indirmişti gökyüzünden kendi yenilmişliğini; “Ancak acı çektiğim zamanlarda insan olduğumu anlayabiliyorum” dedi.