Feyza Yapıcı, sokağın köşesinden döndüğünde kendi yüzüyle karşılaşmayı umanların hikâyesini yazdı.
***
Gözlerine baktığında gördüğü şey her geçen gün biraz daha tedirgin edici oluyordu. Zira her gün biraz daha ölüyordu gözlerindeki insani ışık. Donuklaşıyordu. Tıpkı Tolstoy’un iç hastalık benzetmesi gibi idi hali: “…Bir iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hali nasılsa, benim halimde öyleydi. Önce hastanın önem vermediği ufak işaretler belirir, sonra da bu işaretler gittikçe sık tekrarlanır ve zamanla kurtulması imkânsız bir ıstırap haline gelir. Acı büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz olur…” Acı gün geçtikçe büyüyordu. Her gece, yarının daha farklı olması duasıyla uykuya dalıyordu. Fakat engel olamadığı, kurtulamadığı bu garip hastalık sarmıştı her yanını. Ve “Gönlündeki Tanrısal sesi işitmeye duyduğu eğilim gittikçe bir anıya dönüşmüştü.”
Her taraf can çekişen ruhlar ile doluydu, bunu hissediyordu, bunu hissetmek acıydı, daha da acı olan ise can çekişen ruhlardan birinin de kendi ruhu oluşuydu. Onun can çekişini duymak daha da acıydı. Gün geçtikçe onun bir parça daha öldüğünü hissediyordu. Hakikatin sesini, zahirin aldatıcı sesinde kaybediyordu sanki. Fakat kendisini alıkoyan bir şey vardı, hakikati kaybedişine öylece bakakalmasına sebep oluyordu. Ne idi bu güç? Hakikati duymasına engel olan neydi?
Zaman zaman karşısında sevinç duyduğu mutluluk verici vakıalar dahi yüreğinde sürekli kabaran bu hüznü kaldırmaya yetmiyordu. Yüreğinin, biçare ruhuna duyduğu hüzün hep kalıyordu oracıkta. Çünkü yanı başında, ona değmeden geçip giden hakiki bir hayat vardı. O ise bu hakiki hayatın dışındaydı, hakiki olan ona değmeden gidiyordu. Bunu düşünmek bile müthiş ıstıraplarla kıvrandırmaya yetiyordu onu. Etrafındaki herkes, her şey en başta da “kendisi”, onu hakikatten uzaklaştırıyordu. Çaresizliğin ruhundaki mahpusları içinde kıvranırken, bir taraftan da çaresizlik ile peşinden koştuğu düşlerine olan uzaklığı karşısında yorgundu. Ruhunun bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık gibiydi. Ve o, karanlığa gittikçe mağlup oluyor, ruhundaki aydınlık gittikçe sönükleşiyordu, aydınlık yakında yerini tamamen karanlığa bırakacak gibiydi.
İradesi felçti sanki. Var olduğunu bildiği o hayata neden dokunamıyordu. Niçin bu kadar güçsüzdü? Niçin iradesini yönlendiremiyordu. Özgürlükler çağı değil miydi yaşadıkları bu çağ? Neden iradesi kuşatılmıştı, baskı altındaydı? Bu düşünceler ile yaşamak epey zordu zira uzun zamandır hissettiği tek his “ıstırap”tı. Ve normal olarak bu düşünceler onu sahteliklerden kurtarmaya da yetmiyordu. Daha da iyi anlamıştı artık: Özgürlük dışımızdaki bazı güçlerin baskısının yokluğu ve fakat içimizdeki başka bir şeylerin varlığı idi. Oysa bu yaşadığı bu berbat devir, özgürlük adı altındaki tutsaklığa mahkûm etmişti onu ve olması gerekenin tersine dıştaki erklerin baskısını had safhaya çıkmışken, içinde, kalbinde olması gereken o kutsi kuvvetin baskısını asgariye inmişti belki de yok olmaya yüz tutmuştu.
Hani “Quo vadis, Domini?” meşhur sorusu vardır;
Roma’dan kaçan Petrus’un yolda giderken kendisiyle karşılaştığı Efendisi İsa’ya sorduğu soru;
– “Efendim, nereye gidiyorsunuz?”
– “Roma’ya!”
-“Niçin?”
– “İkinci kez çarmıha gerilmek için!”
Dücane Cündioğlu da şöyle bir soru ile tamamlar bu menkıbeyi; “Madem inanıyorsun o halde Roma’dan niçin kaçıyorsun?”
O da kendine bu soruyu soruyordu: Madem inanıyorsun o halde niçin kaçıyorsun? Yürüdüğü yol hatalıydı galiba. Bir aksilik, bir eksiklik vardı bu yolda. Zira isteğin çılgın dürtüsü her zaman su yüzüne çıkıp, diğer insanların arasına itiyordu onu. Niçin o çılgın dürtünün hakkından gelemiyordu? Zaman zaman ise kendini Sezai Karakoç’un Masal şiirinin 5. Oğlu gibi hissederdi. Batının ruhunu sezen, büyük şiirler tasarlayan, geri dönmek isteyen fakat çöllerde şiirlerini tekrar ede ede, kum gibi eriyip giden 5. Oğul… O da eriyip gidecek miydi o yollarda?
Rüyaları dahi düşlediği o “gerçek hayat” etrafında şekilleniyordu. Kimi zaman gözleri pırıl pırıl bakan çocukluğu ile uyurdu. Rüyalarında aydınlık yıldızlara bakardı çocukluğu ile. Ruhu geniş, yüreği ferahtı ve o rüyalardaki sema hiçbir zaman görmediği belki de göremeyeceği ölümsüz bir ışıkla aydınlanırdı. Kimi zaman ise yetişkinliği ve çocukluğu yan yana idi rüyalarında. Pırıl pırıl gözleriyle, insanlığın en ulaşılmaz yerinde olduğunu hissettiren çocukluk ile kaygılı gözleri bilinmezliğe doğru acı ile bakan yetişkinliği yan yana idi. Çocukluğu yetişkinliğine saf bir acı ve gözyaşı ile bakardı rüyalarında. Bitap düşmüş yüreğini yüreklendiren, kangren ruhuna derman olan mucizevi gözyaşlarıydı bunlar. Uyandığında çocukluğunun döktüğü o gözyaşının acısını hissederdi. Bu acı ancak bir çocuğun yüreğinden kopup gelebilirdi.
Zaman geçtikçe yüreğinin kendine yol gösterecek olan sesinin gittikçe kısılacağını, ruhunu kaybedeceğini, bu berbat çağın berbatlıkları içinde kaybolacağını biliyordu. Ve şair haklı idi şu dizelerinde;
“…Zamanın pusulası kalın, küçük bir bıçak
O kestikçe kan gelir ruhumdan sıcak sıcak…”
Zaman tehlikeliydi. Ruhunu alıştıra alıştıra, yavaş yavaş öldürüyordu. Ruh, kurtuluş içindi. Ruhunu kaybeder ise kurtuluşunu da kaybedecekti. Fakat ruhu kangrenler ile doluydu. İşte kurtulması gereken yer burasıydı. Ancak o vakit rüyalarında ölümsüz ışık ile aydınlanan semayı görebilirdi…
Fakat yol neredeydi?
4 Yorum