New Microsoft Word Document

Tamam, uzun zamandır yazmıyorum. Evet, bayadır okumuyorum da. Doğru, kitap da yayınlamıyorum nicedir. Eh, YouTube bağımlısı olduğum da doğrudur. Tabii tabii, kendimle kavgam hız kesmeden devam. Yok canım, ne evlenmesi, evlenmedim de sizle görüşmeyeli. Anladığım kadarıyla merak etmiş gibi bir hâliniz yok ama ben yine de söyleyeyim, yalnızca iş değiştirdim, bir yılanın deri değiştirişi gibi. E zahmetli bir süreç hâliyle. Acı verici, kıvrandırıcı, yenileyici fakat yorucu. Buna rağmen, 36’mdayım ama 26 hissediyorum. Gerçi 16’ımdayken 76 hissederdim. Zaten hep olmadığım yaşta, bulunmadığım yerde, sahip olduklarımda değil, ötelerde aradım mutluluğu. Alın size cennetin varlığının insan psikolojisindeki karşılığı: “Uzaklarda bir yerlerde cennet diye tanımlanan bir diyar illa ki olmalı! Uzaklarda, dışarıda, henüz gidilmemiş, hâlâ bünyesinde gizem barındıran…”

Giriş faslının ardından sadede geleyim. Zaten girizgâhlarımın uzunluğunu bir türlü ayarlayamam. Can Fırtına şahit! Oldum olası başlık atmada iyi değilimdir. Davut Bayraklı şahit! Hem insan uzun zamandır yazmayınca paslanıyor. Mehmet Erikli şahit! Parmak uçlarımda dirilen harfler, biraz sancılı şekilde kovuluyorlar zihnimin cennetinden ekran adı verilen yeryüzüne. Bu sebeple, bu yazının kulağına ezanını, kametini bilgisayar okusun ve üç defa seslensin: “Senin adın New Microsoft Word”. “Document” ailesinin bu yeni üyesinin ömrü uzun, bahtı açık olsun. Allah okurlu yorumlu büyütsün. Kirvesi editörü, sadıcı yayıncısı olsun. Yüce Yaradan, eleştirmenlerin kem gözlerinden, okurların ilgisizliğinden muhafaza eylesin. Amin!

Gelelim öyküye. Normalde adetim gereği direkt öyküyle başlarım -ki öyle de olmalı- ama nedense bu defa böyle bir açıklama… Belki de had safhalara ulaşmış yalnızlığım sebebiyle okurlarla bir kaçamak kabilinden hasbihal… Yalnızım dediysem, etrafımda insan olmadığından değil, arzuladığım ve ihtiyaç duyduğum insan olmadığından… Kendimi bana yalnız hissettirenlerle çevrili olduğumdan… Evet evet, gevezelikte yeni seviyelere ulaşmışım, onu ben de fark ettim. “Sus da öyküye geç be adam!” sözlerinizi duyar gibiyim. (Ya da duymayı umuyorum, diyelim) Bilmiyorum, belki de öykü, edebiyat, sanat, bunların hepsi bahane. Öylesine anlatmak istiyorum belki de. Harflerim üzerinde gezinen gözlerinizi hissetmek istiyorum… Bazısı gözlüklü bazısı çıplak, envai çeşit renk ve şekilde yazdıklarıma bakan, beni gören bir sürü göz… İlgilisinin malumu olacağı üzere şu Kütüb-i Sitte’de geçen Azrail tasvirindeki gibi baştan sona göz… Ve oradan iç dünyanıza yol bulup gitmek, yeniden yaratılmak, üretilmek, yorumlanmak, sevilmek, beğenilmemek, terkedilmek, unutulmak, unutulamamak belki… Bir ihtimal… (Yoksa bi’ umut mu!)

Kefenin Cebi

Yükü hep ağır olurdu. “Ceplerimde bir şey taşımak kadar haz etmediğim şey yok,” dese de vardı. Ama bu, sözünün doğruluğuna halel getirmezdi. Taşıdıkları sırf üst üste yığılmasınlar diye hep bol cepli elbiseler tercih ederdi. Aşağıdan başlayarak, pantolonunun diz hizasındaki ceplerinden birinde bir bilmece, diğerinde bir atasözü. Yan ceplerinin sağında bir tekerleme, solunda bir fıkra. Gömleğinin yaka cebinde bir isyan. Ceketinin alt ceplerinden yırtık olanda bir türkü, yamalısında bir ilâhi. İç cebinde ise bir anı. Bitti mi? Hayır! Pantolonunun arka ceplerini unuttum. Zaten unutulsunlar diye yapılmış şeylerden olsa gerekler. Sağdakinde ölmeden önce yapılacaklar listesi, soldakinde yapılmayacaklar… Tabaka, tütün, çakmak, cüzdan, anahtar, telefon? Onlara kıyafetlerinde yer yoktu, onlar, omzundan çaprazlama sallanan küçük çantasında dururdu. Neden? Onlar zararlıydı. Bir nebze uzak tutulmalılar, diye düşünürdü. Çünkü dünyalıktılar. Öte yandan, onlarsız da olamadığından, çok da uzakta olmalarını istemezdi: kanser, kapital, teknoloji!

“Sen farkında değilsin ama ben senden, yaşama tarzından, hayatından çok şey öğreniyorum, ilham alıyorum, varlığını değerli buluyorum. Ne zaman tutumlu ne zaman savurgan; ne zaman ciddi ve duygusal, ne zaman aşırı neşeli ve sınırsız olacağını o kadar iyi biliyorsun ki hayatı her yönüyle, olması gerektiği gibi, tek renk değil, rengârenk yaşıyorsun.”

Bu sözleri bizzat yüzüne karşı söyleyen kişinin gözlerini kör eden hayranlık, kişiliği gereği gerçekleri biraz da romantize ettiğinden ileri gelse gerekti. Yoksa yukardakileri bir uzman okusa, teşhisi direkt yapıştıracaktı: bipolar! Zaten kendisi de anlam veremezdi bu tür yorumlara. Bu anlam vermedeki sorunu da karşı taraftan, “Vay bee, bu adam resmen tevazuun doruklarında bir er, ermiş, erişmiş, hakikatte erimiş…” şeklinde algılanırdı. Oysa o, bu tür payeleri hiç vermezdi kendine. Çünkü o, sadece akıştaydı. Yaşardı. Kim bilge kim aptal, kim yüce kim engin? Neye göre, kime göre? Bunların hiçbiri yoktu onun literatüründe. Literatür? Evet, bazı kelimeler de yoktu ceplerinde. Olanlarla idare ederdi, etmişti, edecekti. Zaten kelimeler neydi? His, düşünce ve anlam dünyasının bedenleri değil miydi? Bedense benddi; duvardı, engeldi. Sıkıntılıydı; hastalıklıydı, kirlenir, kokar, akardı. Eşyadandı; eskirdi, ölümlüydü, çürürdü. İşte kafasının içi böylesine karman çormandı. Kalbi, “değişip dönüşüveren” anlamını süsleyip püslercesine kâh esintili kâh rüzgârlıydı. Ruhunun fırtınasında hiçbir ülkenin ve kurumun bayrağı, flaması, pasaportu, parası; yırtılmalardan, parçalanıp uçmalardan sağ kurtulamazdı. İnsan işi sınırların bir karşılığı yoktu onda. Gelgelelim, iç dünyasındaki bu dalgalanma, dağdağa, debdebe, şaşaa, sevenlerince “hikmetlerin vücut bulduğu âdemoğlu” etiket, yafta ve yakıştırmalarını beraberinde getirirdi. Tüm övgüleri, yüzüne atılan toprak mesabesinde karşılardı. Bütün yergileri tüttürerek selamlardı. O, kimilerince deli, bazılarınca meczup, şüphecilerceyse ekmeğinde kurnaz bir dolandırıcıydı. Onu tanıyıp sevenlerce “Abdullah Dayı” olarak anılırdı. Dalgın, tutarsız, sırlı, tam anlamıyla bir meczuptu. Aynasız bir Aynalı Baba’ydı anlayacağınız. Ona, “sadece basit bir deli ve üçkâğıtçının teki” gözüyle bakanların veçhesindense o, Abduç Emmi’ydi. Bu adı duyunca dellenir, kabına sığmaz, küfür kıyamet elinde ne varsa atmaya ve sözün çıktığı dudak sahiplerini yaşlı bacakları el verdiği ölçüde kovalamaya başlardı.

İzninizle ben ona, saygıda kusur etmemek kastıyla Abdullah Dayı diyeceğim. Varın siz diğerini tercih edin. Tabii, bir gece ruhunun tüm o çalkantısıyla yatağınıza sokulup rüyanıza takma dişlerini geçirmesinden emin olabilirseniz… Üzerindeki enerji, karmaşa olarak özetlenebilirdi. Tıpkı renk ve desen uyumu gözetmediği kıyafetleri gibi. Elbette sebepsiz değildi bu rüküşlüğü. Çünkü ancak ve ancak ölülerin üzerinden çıkan kıyafetlerle giyinirdi. Cenaze helvalarıyla beslenirdi. Bazı kış geceleri, asayişle mükellef bekçilerin, mezarlık çevrelerinde onun, kefen bezine bürünmüş olarak gezindiği, ilahiden çok türküye benzer şeyler mırıldandığı, semadan ziyade raksa yakın figürler sergilediği ihbarını aldıkları da olmuştu. Çocukların ondan korkmalarının sebebi, yalnızca bakışlarındaki ürkütücülük değildi yani. Mahallenin en haşarıları dahi hissederlerdi ondaki acayiplikleri. Ama bu, hiç dalgaya alınmadığı anlamına da gelmezdi. Böyle durumlarda da ona kötülük edenlerin başlarına gelen uğursuzluklar, Abduç Em… şey, yani Abdullah Dayı’nın pisişik intikamlarına, eğer seküler değilseniz, kerametlerine yorumlanırdı.

Mahallede varlığıyla doldurduğu boşluğun ve tüm o renk cümbüşüyle her köşe başında görünebilme yeteneğinin yanında en göze çarpan hususiyeti, değindiğim gibi, ölümle ve ölülerle olan ilişkisiydi. Demem o ki bu, sadece ölüler üzerinden çıkan kıyafetleri giymesiyle sınırlı değildi. Bir kere, bir evde cenaze mi var, durum, merhum veya merhumenin en yakınlardından evvel bizim Abdullah Dayı’ya malum olurdu ve hemen biterdi cenaze evinin eşiğinde. İsli, dev kazanların ardından süzerdi insanları. Pilav yer, dudaklarını kıpırdatır, anlaşılmaz şeyler mırıldanırdı. O bunları yaparken, şehirde nam salmış cenaze gediklileri, meftayı tanısın ya da tanımasınlar, her salâya kulak kabarttıklarından, Abdullah Dayı’yı iyi tanır, bilirlerdi. Zaten bilmeyenler dahi onu gördüklerinde bilimum kavram ve eşya, sezgilerine üşüşmeye başlardı; nemli gasilhane, ıslak teneşir, kokulu tabut, lekeli takke, küflü takunya, püskülsüz tespih, saçakları sökülmüş seccade, lifleri düzensiz misvak… Bir zaman sonra etraf hareketlenir, ağıtlar eşliğinde rahmetlinin kıyafetleri bir tür tören havasında Abdullah Dayı’ya teslim edilirdi. Dayı işinin ehliydi, böyle durumlardaki o profesyonel tavrını takınır ve sanki kurumsal bir firma temsilcisiymiş gibi elbiseleri teslim alırdı. Ötelere diktiği gözlerinin önünden geçen görüntüleri tarar gibi aile fertlerine, göç edenin, öte taraftaki ahvalinden haberler verirdi. Bi’ umut doğru olması ihtimaliyle karmaşık sözlerine kulak kesilenler, hiçbir zaman duyduklarından tatmin olmasalar da duymak istediklerini anlar, çekilirlerdi. İnanmaya olan inançlarıyla tanınan safdillerse onu, bir tür ayaklı navigasyon olarak kullanmaktan çekinmezlerdi. Kabrin derinliklerindeki hayatın ayrıntılarından tutun, dirilme sabahının şafağına… Sırat köprüsünün kaç şeritli olduğundan, cehennem kapısının eşik yüksekliğine varana kadar her şeyi sorar, çektikleri kopyaları unutmamak üzere kayıtlara geçirir, daha şimdiden ölüme hazırlık imtihanlarının özel derslerine girmiş olmanın ayrıcalığıyla soluğu, dünya işlerine dalmakta alarak nefislerini rahatlatırlardı.

Cami tuvaletleri ve abdesthaneler meskeniydi Dayı’nın. Şadırvanları, bir tür ofis, iş yeri olarak kullanırdı. Böyle dediysem, asla dilencilikle veya bir şeyler satmakla ilgilendiğini sanmayın. O, sadece varolduğu için halk tarafından maaşa bağlanmış biriydi, hepsi bu. İnsanlar ona sanki şöyle demekteydiler: “Sen sadece yaşa, mahalledeki hayvanları doyur, ortada hiçbir sebep yokken aniden çıkagel ve kahve ahalisine, ‘biliyor musunuz, Usame bin Ladin bizim köydeki Abdurrahman emminin oğlu Vedat, zamanında Amarikanyaya gittiydi de bir daha haber alınamadıydı, ölüsünü dirisini yok ettilerdi, sonrasında da alıp eğittiler ve El-Kaide’ye baş ettiler, ölmedi, hâlâ yaşıyor, öldü diyenler Amarikan uşağıdır…’ gibilerden tuhaf şeyler söyle, camide acayip hareketler yaptığında da seni uyaran imama, müezzine, ‘hoca hoca, sen kendi cemaatine kıldır, ben de kendi cemaatime; bana karışma,’ de, şehrin diğer deli ve meczupları olan Aslan, Pırt Pırt, Uhaha, Bi Milyoncu Necip ve daha nicelerinin başını çek ve onlara sahip çık, ulu orta yerde abdestini bozarken gelen, ‘heyyy, destur dayı destuuur, utanmıyor musun insanların içinde sağını solunu göstermeyeee,’ uyarılarına karşı hemen toparlanıp, ‘ne insanı be, insan mı var çevrede, hepsi hayvandır bunların,’ gibi düşündürücü laflar et, şu tek düze dünyayı varlığınla rengârenk boya…”

Anlayacağınız, sanıldığının aksine çok iş yapardı Abdullah Dayı. Sürekli meşguldü, yerinde oturmaz, ayaklarını uzatıp da bir yere yatıp kaldığını kimseler görmezdi. Omzundaki çantadan eksik etmediği tabakası, tütünü elinden düşmezdi. Mahallelinin merhametiyle çatılmış her yanı yamalı barakanın olmayan kapısının anahtarı daima yanındaydı. Bitişiğindeki kulübede yaşayan komşuları güvercinlerin mekânı bile daha korunaklıydı kendi meskeninden. Meraklılardan, “Bu anahtar da ne için?” diye soranlara, “Bunla açtığım kapıları ah bir bilseniz,” der, susardı. Kahve kahve dolanıp oralet içerken şarj edip edip durduğu avuç içi büyüklüğündeki tuşlu telefonunu soranlaraysa neler demezdi ki… Soranın gözleri içine bakıp, ailesinden dünyasını değiştiren kim varsa ismini sayıp döktükten sonra, “arayayım da bir konuş istersen,” derdi. Kişi, ya, “ara da ver bakalım,” demeye cesaret edemez, oradan sıvışır ya da üstüne üstüne gidip, “hele bi arasana Allah aşkına, ara da konuşalım,” derdi. Birincisi olursa ne âlâ, ciğerlerinden üfleye üfleye kaşıyla gözüyle sırıtırdı. İkinci söze denk gelirse de cevabı hazırdı: “Sende duyacak kulak mı var ki konuşacaksın!” Her ne kadar dışarıdan safça bir kaçış yolu gibi görünse de genel kanı, o telefonun, Dayı ile öte âlem arasında bir iletişim yolu olduğuydu. Özellikle türbe ve ziyaret yerlerinde bu telefonun kulağından düşmediği rivayet edilmiştir. Cüzdana gelince… O, bambaşka bir meseledir. Ancak iki şey için çıkardı çantadan, ya yapılan bağışları kabul etmek için ya da kedi, köpek, meczup ve delilere harcama yapmak için. Bu durumlar haricinde yalnızca bir defa açıldığı görülmüştü o cüzdanın. O da, şehrin ileri gelen zenginlerinden birinin uğurlamasındaydı. Gözleri dolup da, “eyy koca bey, bıraktın gittin onca şeyi, bari bu benden olsun,” diyerek toprak atılmakta olan mezara buruşturup fırlatıvermişti bir miktar parayı da yakınları hoş görüp ses etmeseler de imam efendi müdahil olup, “Ne yapıyorsun Dayı, para dünyalıktır, kabrin içinde işi ne, caiz değildir,” deyip aldırmıştı içeriden. Defin işlemi bitip de telkin de verildikten sonra rahmetlinin yakınlarının hocanın eline tutuşturduğu paraları alırken kendisiyle göz göze gelen imama Dayı, “Ne yapıyorsun hoca, para dünyalıktır, mezarlığın içinde işi ne,” dememiş, sadece bakmıştı. Ama hoca anlamıştı tabii. Anladığını, gözlerini kaçırdığından anlamışlardı. Ve  bu da dilden dile anlatılan, “Abdullah Dayı Menâkıpları”ndan biri olarak kayıtlara geçti.

Hatırlar mısınız bilmem, konuya, yüklerinden bahis açarak girdik dayımızın. Asıl mal varlığının; tabaka, anahtar, cüzdan ve telefondan ziyade, üzerinde gözyaşları olan, değişip duran kıyafetlerinin, farklı ceplerinde hep aynı sırayla tuttuğu şeylerden bahsettik. Neydi sahi onlar? Bir bilmece: “Hangi güzel yüzdür ki toprak olmadı, hangi ceylan gözdür ki yere akmadı?” Aslında bu, sonu soru işaretli bir bilmeceden çok, ünlemli bir uyarıydı. Sanıldığının aksine sözlere kılık değiştirtmeyi iyi becerirdi. Bir atasözü: “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım, demiş.” Zaten sırf bu sebeple severdi uykuyu, ölümün kardeşi diye, ne zaman sıla özlemi çökse gönlüne, ölme umuduna yatardı. Bir tekerleme: “Çarşıya gittim / Eve geldim, hanım yok / Bebek ağlar, beşik yok / Çorba taşar, kaşık yok / Ali Baba öldü, tabut yok.” Bunu mahallesindeki çocuklara bile ezberletmişti, kovalamacalarını, saklambaçlarını, sobeli ebeli oyunlarını, bu tekerleme ile bağıra çağıra oynar olmuşlardı. Bir fıkra: “Adamın biri, ayakkabıcıya, en az on yıl gidecek bir ayakkabı yaptırmak istemiş. Köşede oturan heybetli bir adam gür bir sesle gülmüş. Ayakkabıcı, siparişi alıp müşteriyi salıverdikten sonra sormuş: ‘Hayırdır baba, ne diye güldün öyle?’ Adam, ‘Hiiiç, ben Azrail’im de, adamın on yıllık ayakkabı istemesine güldüm, halbuki bu akşamı göremeyecek!’ demiş.” Mizah anlayışı size biraz zayıf göründüyse kusuruna bakmayın ama söylemeliyim ki bunu anlatır anlatır güler, çevresindekilerin, “hiç de komik değil,” bakışlarına aldırmadan dizlerine vura vura kahkahalar atardı. Bir isyan: “Ölümden öte köy yok!” Sinirlendiğinde art arda sıraladığı sin kaflı sözlerine bir nokta koymak istediğinde sürekli bunu tekrarlardı. Bir türkü: “Gördüm iki kişi mezar eşiyor / Gam gasavat gelmiş, boydan aşıyor / Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor / Gel sen bu rüyayı yor deli gönül” Keyfi yerinde olduğu bazı zamanlar, bu dizeleri, sesine aldırış etmeden terennümle söylediği bile olurdu. Bir ilahi: “Kastedip halkın özüne / Toprak doldurup gözüne / Ehl-i gafletin yüzüne / Gülen dünya değil misin?” Bunu, çarşı pazar gibi kalabalık yerlerde, özellikle de bel çevresi kalın, yağlı gerdanı altın kolyeli, tombul parmakları altın yüzüklü dükkân sahiplerinin olduğu kuyumcular çarşısında, belediyenin, sokağı güzelleştirmek için yaptığı, yaparken de asla Abdullah Dayı’ya minber olacağını düşünmediği taş saksıların üzerine çıkıp bir vaaz irad eder gibi seslendirirdi. Bir anı: “Abdullah Dayı’nın çok zalim bir babası varmış. Annesini sürekli döver, onu aşağılar, kendinin çelimsizliğiyle dalga geçip, ‘Erkek adamın adı Abdullah olur, senden olsa olsa Abduç olur,’ der, dururmuş. Anne hakkın rahmetine kavuşunca da tüm enerjisini küçük Abdullah üzerinde yoğunlaştırmış. Gel zaman git zaman Abdullah Dayı yaş almış, baba yaşlanmış. Günün birinde de hastalanıp yatağa düşmüş. E yalnız olduğundan, tüm bakımını bizimki üstlenmiş. Öf bile dememiş, gık dahi etmemiş, kaş desen kaldırmamış. Bir süre böyle yaşayıp gitmişler. Yalnızlıklarını, mahallenin kedileriyle gidermişler. Öyle ki bazen evin içinde on kedi bir arada oluyormuş. Sıkıntıdan patlamamak için olsa gerek, yatalak ve huysuz baba da bu kedilerin varlığından keyif alır olmuş. O dönemlerde orta yaşlarındaki Abdullah Dayı’nın eli iş tutuyor, çalışıyormuş. Yevmiye usulü bir cenaze levazımatçısında ekmeğini kazanıyormuş. Tâ ki toplu ölümlerin olduğu bir trafik kazası gününde, uzunca bir süre mesai yaptıktan sonra eve gelmiş. Yaz olduğundan, sabah akşam aralık bıraktıkları pencereden özgürce içeri girip çıkan kedilerden birine dikkat kesilmiş. Sokak lambasının ışığında biraz daha yaklaşınca görmüş ki kedinin ağzı yüzü kırmızı bir boyayla pas pas parlıyor. Hayırdır inşallah, deyip ilerlemiş avluya. Tuhaf, bir diğer kedininki de öyleymiş. Salona girmiş merakla. Kedilerin minik patilerinin izleri, ahşap zeminde kırmızı kırmızı izler bırakmış. O dönemler, cinsel arzusu yerinde olduğundan ve bu arsız arzu olur olmadık yer ve zamanlarda had hudut bilmeden sahibinin boynuna kemendini geçirdiğinden, bu izleri, bir bilinçaltı oyunuyla, bir dilberin, adına ruj denen boyayla kaplı dudaklarının, arzulu bir delikanlının fil dişi boynunda bıraktığı izler gibi algılamış. Fakat lütfen hemen kızmayın ona, evet, siz asla böyle şeyler düşünmezsiniz ve düşünenleri de tiksindirici bulursunuz ama sizi rahatlatacaksa söyleyeyim, bunu fark eder etmez tövbe istiğfar etmiş. Sonra da, ‘Baba, babaaa,” diye seslenerek, “hay Allah, ya boya tenekesini devirdi bunlar ya reçel kavanozunu, hiç mi duymadın bir şey be adam, ben şimdi bilirim bunlara yapacağımı!’ gibilerden homurdana homurdana yatak odasına dalmış. Fakat odaya girdiği gibi olduğu yerde çakılmış kalmış. Öncesi gün traşını yapıp yanı başında unuttuğu jilet, babasının elindeymiş. Kolları kan içindeymiş. Kedilerden bazıları tok karınlarıyla yalanırken, ziyafette sona kaldıkları her hallerinden belli olan diğerleri, bıyıklarındaki kurumuş boncuk boncuk kan damlalarına aldırış etmeden sırnaşıp mırlayadursunlar Abdullah Dayı, bir müddet bu sahneyi anlamaya çalışmış.” Mahalle sakinleri, her nedense, Abdullah Dayı’da ilk olarak o günden sonra birtakım tuhaflıklar sezmeye başlamışlar. Her nedense mi? Neyse, ölmeden evvel yapılacaklar listesi: “Öl!” Bu liste tanımına pek de uymayacak uzunluktaki, yoksa kısalıktaki mi demeliydim, kâğıdı açıp açıp öyle uzun uzun bakardı ki uzaktan görenler onun, yüzlerce sayfalık bir kitaba dalıp gittiğini sanabilirlerdi. Ölmeden önce yapılmayacaklar listesi: “Allah verdi, Allah alır!” Evet evet, Abdullah Dayı’nın liste tanımı, tıpkı birçok hususiyeti gibi normlara pek uymazdı.

Altmış beş yaşının ortalarında bir gün, tüm bu ağır yüklerin altında kamburu deve hörgücü gibi üst üste yığılmaya başladığı sıralarda bir akşam üstü, Abdullah Dayı olmanın ayrıcalıklarından faydalanarak mahalle kabristanının görevlisine bir selam çakıp mesai bitiminin gelip gelmediğine aldırış etmeden babasının mezarı başına gidip bir müddet durdu. Öncesinde mahalledeki tüm kedi ve delilerle helalleşmişti. Bu, iç dünyasına anlam veremediği bir ferahlık bahşediyordu. Tüm ceplerini, babasının mezar taşının önüne teker teker boşalttıktan sonra bir kargayla göz göze geldi. Karga, o an onun dimdik bir şekilde doğrulduğuna, tüm ağırlıklarından kurtulup hafiflediğine şaşkınlıkla şahitlik etse de bunu, sonrasında dile getirip de hiçbir insanoğluna anlatamadı. O esnada, gıybet günahıyla meşhur bir kadının kabrinden baş çıkarmış dinlenme molasındaki koca bir yılan, diliyle Abdullah Dayı’nın mevcudiyetini tattıktan sonra, ufak bir baş selamının ardından yeniden toprak altına, mesaisine döndü. Çok geçmeden de girip kaybolduğu mezarlıktan kulakları sağır edercesine feryat ve çığlıklar kaldığı yerden devam etti. Ancak Dayı, etrafındaki tüm ses ve değişimleri duymazdan ve görmezden gelerek, gün içerisinde bir sonraki cenaze için hazır bekletilen tazecik mezarlardan birinin başına gitti. Dikkatli bir şekilde aşağı düşercesine indikten sonra öylece uzandı ve gökyüzünü izlemeye başladı. Ağladı, güldü, sövdü, tövbe etti, türkü söyledi, dua etti, doğrulup oturdu. Akıllılık edip de yanına tek bir kibrit ve bir dal sarma aldığı için zekâsıyla gururlandı durdu. Gecenin bağrında bir delik açıp çaktı kibriti ve yaşamayı duman duman soludu. Ardından derin bir nefes çektikten sonra yeniden uzandı. Ağır ağır, aheste aheste bir kelime-i şehadet getirirken yanından koşmakta olan kırk ayağın parlak derisine vuran dolunayın ışığını izledi. Babasının gasilhanedeki ölü bedeni üzerinde oynaşıp duran damlalardaki ışıkları saya saya gözlerini kapadı. Düzenli bir şekilde inip kalkan göğsü ilkin birkaç kez teklemeye başladı. Sonrasında ufak tefek hırıltıyla karışık sesler, biraz ileride yatan kulağı küpeli bir köpeğin irkilmesine sebep oldu. Son kalan gücüyle sağ yanına dönmeyi unuttuğunu hatırlayarak kendisini o tarafa doğru itti. Sabah mezarlık açıldığında etrafı kolaçan edecek görevlinin yüz ifadesini hayal ederek muzipçe gülümsedi. Ve yüzünde donan gülümseme ile oracıkta, o şekilde…

***

Şimdi, ben bu Aldullah Dayı’yı nereden ve en gizli hallerini bile anlatabilecek kadar nasıl böylesine tanıyorum? Öykünün başlığının yanlış bir tercih olduğunu düşünenlerin haklı sorusuyla: niçin bu başlığı seçtim? “Gülsek mi ağlasak mı bilemedik, bu nasıl öykü?” diye soranların hak verdiğim isyanlarına yönelik olarak: ne diye böyle bir anlatıma baş vurdum? İlkinden başlayayım:

Öncelikle ister inanın ister inanmayın ama Abdullah Dayı o akşam mezarına, dünyalık olarak sadece ve sadece bir dal sigara ve kutusunda kalan son bir kibritle girmedi. Bilinçli olarak telefonunu da yanına almıştı lâkin onu sonradan ulaşabileceği bir yere gizleyiverdi. Abdullah Dayı öyle göründüğü gibi yarım akıllı falan değildi. En azından her zaman değildi. O kabri seçerken, belediye yetkililerinin, bu seçime saygı göstererek buna, bir vasiyet gözüyle bakacaklarını, hatta öncesinden tapulu olduğu halde toprak sahibi aileyi, Dayı’nın şehirdeki magazinel ününden bahsederek ikna edeceklerini biliyordu. Gerçi yok canım, biraz abarttım ama sonuç olarak durum bu yola evrildi işte. Bu sebeple ertesi gün oradan alınıp, yıkanıp, kefenlenip, namazı kılındıktan sonra aynı yere getirilip defnedilmesi, ruhu için pek de sürpriz olmamıştı sanıyorum. Zaten acayipliklerle dolu bir yaşam formu olarak tarif edilebilecek şu mânâ âleminde ilk işi, telefonu koyduğu yeri kontrol edip bulmak oldu. Ona ulaşır ulaşmaz da artık şarj gibi bir derdi olmadan kullanabileceğinden, bu yeni diyarın avantajlarına ve nimetlerine şükretti. Nasıl ki yeryüzünde yerin altından haber alıyordu bu telefonla, bundan böyle de yerin altından üst tarafla ilgili malumatlar edinecekti. Bunu, kıyamet şafağına kadar sırf canı sıkılmasın, beklemekten başka bir işi olmayacağından, kendince bir meşgale edinmek için yapmıştı. Uzun bir otobüs veya gemi yolculuğu için yanınıza aldığınız kalın bir roman gibi düşünün bunu da. Neyse işte, onca insan arasından da seçe seçe beni seçti. Nasıl mı? Nasıl olacak, tabii ki arayarak!

İlkin dolandırıcı falan sanıp açmadım. Kayıtlı bir numara değildi bu. Sonra 850’li numaralarla denedi. Yine açmadım. Daha sonra özelden aramaya başladı. Ben yine oralı olmayınca bu defa yazdı. İlk mesajı, mizacını haykırıyordu: “Ulan şeddeli eşşek, tenvinli hayırsız, geçen babanla uzun uzun sohbet ettik, kaç zaman olmuş ne bir Fatiha göndermişsin ne ziyaretine gelmişsin, çabuk bana dön yoksa ona senin işbilmezlikle babandan kalan araziye sahip çıkmayıp amcanlara kaptırdığını, sakallarına aklar indiği halde hâlâ evlenmeyip, bir torun olsun meyvelemeyip, gün be gün adamın soyunu kurutma yolunda sabit adımlarla ilerlediğini, daha da ötesi, hâlâ çocuklar gibi çelik çomakla adına yazarlık denen sevdada oyalanıp durduğunu birer birer sayıp döker, anlatır gezerim. Seni kabir âlemine rezil rüsva ederim. Ne kadar ölmüşlerin varsa hepsine gizliden gizliye yediğin naneleri anlatırım da hak vâkî olup da buraya geldiğinde her biri suratına tükürür, yılanlardan çıyanlardan, Münker’den Nekir’den arta kalan zamanlarda seninle bizzat vakit geçirip doğduğun doğacağın güne illallah dedirtirim…” İşte böyle bir uzun bir mesaj ki düşman başına, evlerden ırak! Ne yaparsın, hemen aradım tabii mesajın geldiği numarayı. Fakat ulaşamadım. Sonra hemen o aradı. Öyle bir yerden geliyordu ki ardında milyarlarca insan hep bir ağızdan konuşuyordu sanki. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Neyse ki gel zaman git zaman attım üzerimden bu korku ve gerginliği. Hayatımın ayrılmaz bir parçası oluverdi. O kadar ki samimiyetimiz git gide arttı. Artık şakalaşır, gülüşür olduk. Bazen haddi aştığım bile oldu; “Ne vardı oraya tuşlu telefonla gidecek, insan akıl eder de akıllı telefonla gider, hiç değilse görüntülü araşırdık, babamı falan görürdüm, babaannemle, anneannemle, dedelerimle falan vidyo konferans yapardık,” bile dedim. Öyle bir sinirlendi ki sormayın, sanki art arda üç kez, “Eyyy Abduç Emmi’nin ruhu, geldiysen üç kere tıkla,” demişim gibi köpürdü, “Ulan zürriyetsiz! Santral mi belledin beni? Haddini bil, o uydurup uydurup dizdiğin hikâyelerinde vasıfsız bir yaratık mı sanıyorsun beni? Sen bayılmak mı sanıyorsun ölmeyi…” Tamam tamam, son kelimeleri söylemedi, ben uydurdum. Ama işte, bunlara benzer şeyler söyleyerek güzel bir ayar verdi çenemin bağına. Sonrasında bir süre ne yazdı ne aradı ne de yazdıklarıma cevap verdi. Diyeceğim, babamın yakınındaki mezarı seçmeseydi onu ne tanıyabilecek, ne de hayatı yaşama tarz ve temposuna uygun bir üslupla bu yükselip alçalan satırları kaleme alabilecektim. Hem varsın kefenin cebi olmasın. Herkes ölür ama herkes Abdullah Dayı’m gibi ne yapıp edip bir yolunu bularak, sanki sınır ötesine kaçakçılığın tek yolu kefenin cebiymiş gibi, bu dünyadan bir şey alıp götüremez.

İşte böyle… Kaç yıl oldu bilmem, hâlâ yazışır, konuşur dururuz. Ben buralardan anlatırım, o oralardan. Uzun zamandır yazmayınca kendimi, böyle ölümüne bir sırrımı ifşa ederek anlatmaya mecbur hissettim. Belki de kendimi size hatırlatmaya. Size, şöylece kenara çekilip yazmazlık etmemek gerekmiş, onu anladım. Hemen unutuveriyorsunuz, böyle de olmaz ki canım! Ne yeni öykü istiyor, ne eskilerinden bahsediyor, ne de yeni kitap falan diye tutturuyorsunuz. Ama şunu unutmayın, ben olmanın bir ayrıcalığı var. Ben, koskoca Abdullah Dayı’nın ahretliği, dostu, hadi o sevimsiz kelimeyle, kankasıyım. Bir telefonuma bakar alimallah. Bir tuş kadar uzağımdadır. Ona göre!

Cüneyt Dal

 

 

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • satürnün çemberindeki gül oya , 14/09/2024

    Bu hikâye de pantolonunuzun sol cebinden çıkmış gibi. Güldürdü, iyiymiş.

  • merserize , 28/08/2024

    Giriş kısmını, hasbihali çok beğendim

    “Evet evet, gevezelikte yeni seviyelere ulaşmışım, onu ben de fark ettim.” kendi iç konuşmalarım gibi :))

  • İlgili Okur , 28/08/2024

    Cüneyt Dal’dan enfes bir öykü bildirimi işteyken geldi ve işten eve gelene kadar öyküyü açıp okuyamadım. Tamam yolda açıp okumaya başlayabilirdim ama yolda adetim üzere müzükler dinledim işbaşında dilime dolanan müzükleri..
    Sonuç olarak öyküyü şimdi okuyup bitirmek nasip oldu ve tabikii çookkkk beğendiiimmm. Ben sıradan bir okur olarak ve dahi yazmanın zorluğundan bihaber biri olarak hemen serzenişlerime başlıyorum evet sayın saygıdeğer Cüneyt Dal neden daha çok yazmıyorsunuz? Neden bizi enfes öykülerinizden mahrum ediyorsunuz yazık değil mi bize? Biz sizin öykülerinizi gayet beğenerek okurken siz beğenilmediğini ya da yazdığınız öykülerin iyi olmadığını mı düşünüyorsunuz yoksa? Böyle düşünüyorsanız hem kendinize hem de bize suizan etmiş oluyorsunuz bilesiniz.
    Kaleminize sağlık ve BEREKET.

  • ADEM SUVAĞCİ , 27/08/2024

    Bu nedir be! Akıyor mübarek… fevkalade olmuş abi. Ellerin dert görmesin.

  • Feyyaz Kandemir , 27/08/2024

    Cüneyt Dal okumanın ayrıcalığını yaşamayalı epeyce olmuştu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir